18 Şubat 2018 Pazar

Bil-e-bil-ir mi-yiz?



Descartes ve Locke’un "Bilginin Kaynağı" hakkındaki görüşleri kapsamında, Rasyonalizm ve Empirizm’in karşılaştırılması


Erkan BİÇER*


Özet

İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özelliklerden biri; yaşadığı evreni anlama (veya anlamlandırma) arzusudur. Bu maksatla yapılan çalışmalarda, "bilgi ve bilginin kaynağı nedir?" soruları karşımıza çıkmaktadır.

Yunanca episteme (bilgi) ve logos (kuram) sözcüklerinin bir araya gelmesinden oluşan ve epistemoloji olarak adlandırılan felsefe disiplini, "bilgi"nin tanımı, kaynağı ve doğruluğu gibi konularla ilgilidir. "Bilgi" kavramının oluşabilmesi için öncelikle bir "bilen (bilebilme yetkinliğine sahip varlık)" ve "bilinen (bilen tarafından kavranabilen nesne)"nin var olması gerekmektedir. Ancak bunların varlığından sonra "bilgi"nin varlığından söz edilebilir. Ayrıca, "bilen ve bilineninontolojik (varlık) değerlendirilmesi, başka bir tartışma alanıdır. Biz bu noktada, mümkün olduğu kadar bu tartışmalara girmemeye çalışarak, ön kabuller çerçevesinde "bilginin kaynağı" hakkındaki bazı görüşleri aktarmaya çalışacağız.

Epistemolojinin en temel konularından biri olan "bilgi" kavramının tanımı, kesin yapılamamış olmakla birlikte, "Gerekçelendirilmiş doğru inanç" olarak tanımlanabilmektedir. Bu tanımı doğru ve geçerli kabul etme durumunda, şu gibi sorular karşımıza çıkmaktadır; 

"Gerekçelendirmenin metodolojisi nasıl olmalıdır?", "İnancın tanımı nasıl yapılmalıdır?".

"Bilgi" tanımının ardından karşımıza çıkan bir başka konu: 

"Bilginin kaynağı nedir?" sorusudur. Bu soruya cevap bağlamındaki bazı felsefi yaklaşımlar şunlardır: Rasyonalizm (Akılcılık), Empirizm (Deneycilik), Kritisizm (Eleştriselcilik), Septisizm (Kuşkuculuk), Pozitivizm (Olguculuk), Fenomenoloji (Görüngübilim) v.s.

Biz bu yazımızda, modern felsefenin babası ve yeniçağ felsefesinin kurucusu olarak anılan, aynı zamanda rasyonalizmin temsilcisi olan René Descartes (1596-1650) ile, modern çağda deneyciliğin kurucusu kabul edilen John Locke (1632-1704)’un, "neyi nasıl biliyoruz?" sorusuna yaklaşımlarını inceleyecek, "bilgi" ve "bilgi kaynağı" kavramlarını kritisizm çerçevesinde yorumlamaya çalışacak ve bu bağlamda, rasyonalizm ile empirizmi karşılaştırmaya çalışacağız.

Anahtar kelimeler : Epistemoloji, Descartes, Locke, Rasyonalizm, Empirizm.


* Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Felsefe Bölümü Lisans Öğrencisi




Giriş

Felsefe tarihinin en eski konularından biri olan bilgi (episteme), özellikle bilgi felsefesi (epistemoloji) alanında birçok düşünür tarafından üzerinde uğraşılan çok geniş kapsamlı bir kavramdır. Platon (M.Ö: 427-347), ruhumuzda doğuştan var olan bilgiler olduğunu, bu bilgilerin dış dünyadan elde edilmiş olamayacaklarını savunur. Platon’un bilgi anlayışı, ruhta saklı bulunan bilgilerin açığa çıkarılması, anımsanması (anamnesis) esasına dayanır. "Bilgi (bilme) aslında, (konusundan tamamen bağımsız olarak salt içme ihtiyacında olduğu gibi) salt bilinebilirlikle ilişkilidir; ancak belli bir bilgi (bilmenin, malumatın) nesnesi, ona özgü (özel) bir nesne (olarak bu salt bilgiyi özelleştirir)" (Platon. 2005:117).  Mengüşoğlu’na göre ise bilgi: "Bilen bir varlıkla (süje); bilinmesi istenilen bir varlık (obje) arasındaki bağdır" (Mengüşoğlu, 1988: 58).

Bilginin tanımı ile beraber bilginin insanla olan ilişkisini de elen alan Mengüşoğlu, bilgi teorisi çerçevesinde şu soruları sorar:
"1.Suje ile objeden ne anlaşılır? 2.Onların arasındaki ilişki nasıl bir ilişkidir? 3.Suje ile obje birbirine nasıl bağlanmışlardır? Her bilgi teorisi bu sorulan yanıtlamak, onlarla başa çıkmak zorundadır. Bilgi teorisi, genel bir teori olarak bu sorularla başa çıkabilecektir" (Mengüşoğlu, 1988: 62).

Bilginin doğası, kaynakları ve sınırlılıkları üzerine epistemolojinin cevaplamaya çalıştığı başlıca beş soru şöyledir: "(a) önermesel bilginin doğası nedir ya da dünya ile ilgili belli bir önermenin doğru olmasının ardında ne vardır? (b) Bilginin edinilmesi olanaklı mıdır? (c) Bilgiyi nasıl ve neden alırız? (d) Bilgimizin sınırları nelerdir? (e) Bilginin ölçütü nedir? Rasyonalizm, ortaya sürdüğü farklı tezlere bakıldığında, bilginin kaynağının sezgi, tümdengelim ya da doğuştanlık olduğunu vurgular. Bilginin sezgi ve tümdengelimsel olduğunu söyleyen görüş, bazı şeylerin sadece sezgisel olarak bilinebileceğini, diğerlerinin ise bu sezginin önermelerden çıkarıldığını vurgular. Sezgi rasyonel bir anlayış şeklidir. Bir önerme zihinsel olarak kavranırken, onun içerisinde doğru ve haklılandırılmış inanç görülür. Tümdengelim ise sezgisel öncüllerden yola çıkarak mantıklı argümanlarla sonuçlara ulaşma sürecidir. Örneğin üçün ikiden büyük bir asal sayı olduğunu sezeriz ve bu bilgiden yola çıkarak “İkiden büyük bir asal sayı vardır.” Çıkarımında bulunabiliriz. İşte bu sebeple rasyonalizm, sezginin ve tümdengelimin a priori bilgiler sunduğunu ve bunların da deneyimden bağımsız olarak edinildiğini söyler."(Baykent,2017: 173-174).


Descartes ve Rasyonalizm

Modern felsefenin öncülerinden Descartes, kuşkuluğu yöntemsel olarak uygulamış, gerçek olduğunu düşündüğü tüm şeylerin gerçekliğini sorgulamış ve "şüphecilik yöntemini" geliştirmiştir; "Şimdiye dek doğru olarak neyi kabûl etmişsem, ya duyulardan ya da duyular yoluyla elde ettim. Oysa zaman zaman duyuların aldatıcı olduğunu gördüm ve bizi bir kez bile aldatmış olsalar, onlara asla güvenmemek tedbirlilik olacaktır" (Altuner, 2011: 98).
Descartes, kuşkucu yaklaşımı ile ;  her şeyden şüphe edebileceğini, ama şüphe ediyor olmasından şüphe etmediğini, bunun da zihinsel bir faaliyet olduğunu, zihinsel faaliyetinin de varlığına delil olduğunu belirterek şu sonuca varır; "Düşünüyorum öyle ise varım (I think, therefore I am)" (Descartes, 1911: 101).

Descartes, düşünme eyleminin, kendisini Tanrı’nın varlığına ulaştırdığını, gerçek bilgiye ancak Tanrı’nın insana bahşettiği akıl ile ulaşılabileceğini şöyle ifade eder: "Böylece açıkça görüyorum ki, bütün bilginin kesinliği ve doğruluğu ancak gerçek Tanrıyı bilmeye bağlıdır. O kadar ki, onun farkına varmaksızın yetkin bir bilgiye sahip olamazdım. Descartes’a göre insan, kendisinden daha yetkin varlık düşüncesine kendisi ulaşabilecek potansiyel yapıya sahip değildir, bu yüzden de bu düşüncenin bir yetkin varlık tarafından insan zihnine kazınmış olması gerekmektedir. Tanrı insan zihnine kendi düşüncesini bir damga gibi vurduğu için, insan zihni doğuştan bu ideaya sahiptir. Descartes, bilgilerimizin kesinliği açısından Tanrı ideasının yalnızca düşüncede değil varlık alanında da bulunmasının zorunluluğundan bahseder. Aksi durumda, bilgilerimizin doğruluğunu, hatta gerçekten varolduğumuzu kesin olarak kanıtlayabilecek hiçbir sağlam kanıt yoktur. Bu nedenle Descartes Tanrıyı bütün varlık ve bilgi felsefesinin en başına yerleştirmiş ve kuşkudan kurtulmayı Tanrının doğruluğuna bağlamıştır" (Altuner, 2011: 108-111).

Bilginin doğruluğunun duyum ve deneyimde değil, düşüncede ve zihinde temellendirilebileceğini öne süren felsefi görüş olan Rasyonalizm, aklın rehberliğini esas alır.
"Düşüncem" diyordu Descartes "şeylere hiçbir zorun­luluk atfetmez", ama yine de "onların her biri hakkındaki düşünce -bu bireyle ilgili algı ve bilgi demektir- onun için bir şeyin gerçeğinin düzeni olmalıdır- bunun anlamı da, ondan çıkarılan tüm yargıların doğru olabilmeleri için bu algıya uygun olmalarıdır" (Lettres sur /es instences contreles 5 ea reponses). Zira bir yargının yalnızca aydınlık ve belirgin düşüncelere tabi bulunması, onlar arasındaki gerçek farklılıklara tastamam uyar ve Tanrı tarafından doğaya olduğu kadar aklımıza da yerleştirilen gerçekleri keşfeder: anlama yetimize kabul ettirilen normlar varlı­ğın esas yapısının ifadesidir. Bu metafizik rasyonalizm Descartes'in ardıllarında da aynı ölçüde etkindir. Ama onlardan hiçbiri, kuşkuyu geçersiz kılan Tanrısal gerçekleri, onlan yaratanın kadiri · mutlaklığına tabi kılmadan sorgulama konusu yapmaz. Onlara göre matematiğin başka türlü olabileceği düşünü­lemez ve bunlar zorunluluğun düşünce düzeninin bir tarzı­ olarak kalır"(Rodis-Lewis, 1989: 72).


Locke ve Emprizm

Locke  doğuştan fikirler görüşünü reddeder. İnsanın doğduğunda, başlangıçta üzerine hiçbir şey yazılmamış düz beyaz bir kağıt gibi olduğunu kabul eder ve bunu ; "Tabula rasa" kavramı ile ifade eder. Locke doğuştan hiçbir ide ve bilgiye sahip olmadığımızı, bilgiyi ancak tecrübe ve deneyimlerimizden elde edebileceğimizi savunur. Locke, bütün bilgilerimizin biricik kaynağı olarak gördüğü deneyi ikiye ayırmaktadır. Birincisi dış duyum(dış deney), ikincisi ise iç duyum (iç deney)dir. Birincisinde tecrübemize konu olan dış dünyadaki duyulur varlıklar, ikincisinde ise duyulur varlıkların bizde oluşturduğu etkiler üzerine zihnin gerçekleştirdiği çeşitli faaliyetlerdir (Kılıç, 2014: 460).

Locke’a göre, yeni doğanların, aptalların ve cahillerin doğuştan olgular hakkında bilgisi yoktur. Eğer, doğuştan ideler olsaydı, mantığın ana prensipleri olan özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkansızlığı prensipleri küçük çocuklarda da cahil kimselerde de olurdu(Öktem, 2003: 136).

"Rasyonalizme, özellikle Descartes'a ve idealizme tepki olarak "doğuştan ideler yoktur" savını ileri süren Locke, örneğin, ilkçağın ünlü rasyonalist filozofu Platon'un, "hiç geometri bilmeyen bir köleye geometri problemini çözdürmesi" gibi bazı meseleleri, felsefesiyle tutarlı bir şekilde nasıl açıklayacağını bilemediği için, gözardı etmek zorunda kalmıştır. Yine, her ne kadar, insan zihninde tüm nesnelerin ortak yanlarını içine alan tasarımlar meydana getirmek için özel bir edim (soyutlama aktı) bulunduğunu ileri sürmüş ise de, soyut ve tümel kavramların zihnin dışında ayrı bir gerçeklikleri olduğunu reddettiği için, yani, Platon gibi bir kavram realisti olmadığı için, her amprist filozofun sıkıntı çektiği "insan", "üçgen", "kırmızı", "ağaç"...vb. gibi soyut kavramlar ve bunların "bütün", "herbiri", "bazısı", "hiçbiri", "çeşit", "tür", "birlik"...vb. gibi terimlerle ifadesi konusunda da güçlüklerle karşılaşmıştır" (Öktem, 2003: 142-143).

Locke’nin emprizme bir başka yaklaşımı da şudur:
"Zihnine makul bir yol açamayan bir kişinin asla doğru yolu bulamayacağını belirten Locke, bedensel açıdan da zayıf güçsüz olan bir insanın da asla ilerleme kaydedemeyeceğini ifade eder. Bunun yanında, doğa tarafından zihinleri ve bedenleri güçlü ve sağlam bir biçimde donatılmış insanlar başkalarının desteğine ihtiyaç duymazlar. Bu bağlamda Locke açısından bilmek, görmek demektir ve böyle olunca başka birinin gözleri ile görebileceğimizi ve başka birinin görmesiyle bilebileceğimizi hayal etmek anlamsız olur. Çünkü başka birileri, gördüklerini çok açık bir biçimde tasvir etme yeteneğine sahip olsa bile bu durum değişmez. Bu yüzden biz olup bitenleri bizzat kendi gözlerimizle görmedikçe, diğerlerinin bize olup bitenleri anlatmaları bir şey ifade etmez" (Cihan, 2010:175).

Empirist bakış açısına sahip  bir diğer filozof ise David Hume’dur. "İnsanın doğasında bulunan akıl dışı birtakım güçler vardır ve bu güçler septik şüphenin uyuşturucu gücünden bizi kurtarır" (Baykent, 2017: 184).

Bilgi kavramı ile ilgili bir başka konu da Tanrı bilgisidir. Bilginin kaynağı hakkında değerlendirmeler yapılırken metafiziksel konular veya soyut kavramlarda söz konusudur. Teolojinin konusu olan Tanrı bilgisi ve buna bağlı olarak inanç kavramı, ayrıca inançlarımızla ilgili sahip olduğumuz (veya olduğunu zannettiğimiz) bilgilerin varlığı da kaynakları da bir başka tartışma alanıdır.

İnanç kavramına Locke’un yaklaşımı da şunlardır;
"Yeterli delile sahip olmadan bir şey hakkında inanca sahip olmayı veya elimizdeki kanıtların gücüyle orantılı olmayacak bir derecede bir şeye inanmanın insanın sahip olduğu yetileri yanlış kullanması ve hataya düşmesi olarak değerlendirmektedir. Öte yandan böyle bir tutum Tanrı’nın iradesine karşı gelmek ve doğru davranış konusundaki ilahi emirlere riayet etmemek anlamına da gelmek- tedir. Konu ile ilgili tartışmalarda daha çok inanç oluşumunda iradenin rolünün olup olmadığına değinerek bu konuda Locke’un fikirlerini ele almaya çalışacağız. Locke’un öne sürdüğü inanç etiğinde akıl merkezi roldedir. Buradaki etik anlayışında Akla verilen rol aslında klasik bir roldür, yani: sezgisel veya açık seçik olarak doğruluğu bilinmeyen herhangi bir önermede akıl yeterli delile binaen ilgili önermenin doğruluk ihtimalini belirler. Biz de aklın bize bildirdiği ihtimal oranına göre ilgili önermeye yönelik inancımızı orantılandırmalıyız" (Ölmez, 2013: 182,193-194).

Bir başka filozof Immanuel Kant (1724-1804), konu hakkında şunları ifade etmiştir.;
"Ampirizmin, bütün bilgilerin deneyle başladığı, iddiası önemli bir değer taşır ama burası bir ara duraktır; zira o, “Tüm bilgilerimizin deneyim ile başladığı konusunda hiçbir kuşku olamaz, ama tüm bilgimizin deneyim ile başlamasına karşın, bundan tümünün de deneyimden doğduğu sonucu çıkmaz" Kant, deneyimden tümüyle bağımsız, zorunlu, evrensel özelliklerle nitelediği bir bilginin mümkün olup olmadığı sorusunu sorar. Deneyimlerimizin içerisinde bile kök olarak bulabileceğimiz, deneyden bağımsız ve önce gelen bir bilgi vardır, sıradan zihin bile hiçbir zaman onlarsız olamaz Kant’a göre. Bu tür bilgi a priori olarak adlandırılır ve kaynağını a posteriori deneyimde bulan görgül bilgiden ayırdedilir. Kant, a priori bilgi’nin kesin olarak deneyimden ya da kendisini deneyimden ödünç almış evrensel bir kuraldan almaması gerekir der. Örneğin, kendi evinin temelinin altını kazan bir kimse evinin yıkılacağını onun yıkılmasını beklemeden bilebilirdi denilirse, bunu gene de a priori olarak bilemezdi çünkü, daha önce cisimlerin ağır olduklarını ve destekleri uzaklaştırılınca düştükleri deneyim yoluyla öğrenilmiş olması gerekirdi, der Kant. Kant’a göre deneyimden önce gelen a priori bilgiler için birkaç örnek vermek gerekirse, öncelikle zaman ve mekân; gibi zihnin salt formlarını; evren, ruh ve Tanrı gibi aklın a priori sentezleri gibi metafizik unsurları;43 “iki nokta arasından ancak bir doğru çizgi geçer”, “uzayın üç boyutu vardır”, “her etkinin bir nedeni vardır” gibi kuralları saymak mümkündür. Kant’ın kategorilerinin tümü de a priori bilgiler sınıfına girer. Öyleyse bu noktadan sonra a priori bilgiler derken mutlak olarak deneyimden bağımsız olan bilgileri anlayacağız"(Taşkın, 2002: 280-281, 284-285).


Sonuç

Bizce tüm bu araştırmalarda, "ortak bir felsefi sorun" söz konusudur. Sokrates’le birlikte "kozmostan nomosa" (evrenden insana) dönen felsefe süreci, insanı merkeze aldığında şöyle bir sorunla karşı karşıya kalmaktadır:

İnsanın kendisinden ayrı olguları, insani bir bakış açısı ile değerlendirmesi söz konusu olabilir, ancak insanın kendisi hakkında değerlendirme süreci, kendisini kendinden soyutlayamadığı için bir "paradoks" oluşmaktadır.

Felsefe tarihinde, insanın kendisinden ayrı varlıkları ontolojik açıdan değerlendirmeye çalışırken, "Doğa insan yapımı olmadığı için, insan tam olarak doğayı asla bilemez"(Vico) veya "Var olmak algılanmış olmaktır"(Berkeley) gibi aşamalardan geçmiş ve bu konularda mutlak bir sonuca ulaşamamıştır. Gözümüz ile algıladığımız dünyanın sınırlarını (eşyalar arasındaki sınırlar, nesneleri birbirinden ayırma metodumuz) dahi kendi gözümüzün yetilerini baz alarak değerlendirmekte, sesleri kendi kulak eşiği sınırlarımıza göre algılamakta, kokuları av köpeğinin duyularını bilmeden tanımlamaktayız. 

Buna bir de, "kuantum fiziği" açısından bakacak olursak: "Gözlemci sonucu değiştirir" ilkesi, işleri daha da karışık hale getirmektedir. Bir şeyin varlığını delillendirdiğimiz iddia etsek de, "kuantum" dünyasının bize vereceği cevap şu olabilir :

"Bir şey varlığını gözlemlemiş olsanız bile ; o şey vardır, o şey yoktur, o şey hem vardır hem yoktur, o şey ne vardır ne de yoktur"

Bizim bu felsefi soruna (örnek:epistemolojik açıdan) çözüm önerimiz şudur:

Soruşturma sürecine "Tanrı" kavramı ile başlamalı, Tanrı’nın Teolojik ve Ontolojik açıdan değerlendirilmesi sonucunda varacağımız sonuca göre yolumuza devam etmeliyiz. Örnek vermek gerekirse; (her ne kadar, "Tanrı vardır" veya "Tanrı yoktur" cümleleri felsefi açıdan ifade edilemez cümleler olsa da, makaleye konu olan paradoksa çözüm önerimizi açıklamak için biz bunu göz ardı ediyoruz)

i) Şayet "Tanrı" var ise:

Bilgini kaynağının ne olduğu sorusunu cevaplamak için, insanın yeti sınırlarını aşması gerekir ki, Tanrı tarafından yaratılmış olan insanın bunu başarması bir anlamada insanın "Tanrılaşması" demektir. Tanrı’nın var olduğu ön kabulüne göre, bu mümkün görünmemektedir. Şayet Tanrı’nın buna müsaade edebileceği iddia edilirse o zaman şu ihtimal söz konusudur:

"Her insan potansiyel bir Tanrı’dır"

ii) Şayet "Tanrı" yok ise:

O zaman insanın, doğadaki; hayvan, çiçek, böcek, taş, hava, su gibi evrenin diğer parçalarından ontolojik olarak bir farkı yoktur ve şu soruyu sorabiliriz;

"Bir elektron, elektron olma vasfını aşıp evreni anlamlandırabilir mi?"

Sonuç olarak bizim kanaatimiz;

"nomostan kozmosa" tekrar dönüş yapıp, süreci "Teoloji" ile başlatmalıyız.






Kaynakça;


Altuner, İ. (2011) Descartes Felsefesinde Kuşkudan Bilgiye Geçiş ve Zihnin Kendini Kavrayışı. Beytulhikme  An International Journal of Philosophy Volume 1 Issue 1 June 2011 Altuner, ss. 97-112.

Baykent, U. (2017) Bilginin Kaynağı Üzerine. Journal of Current Researches on Social Sciences, 7 (1), 173-190.

Cihan, M. (2010). John Locke ve Eğitim. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 7 (1), 173-178.

Descartes, René (1596-1650) The Philosophical Works of Descartes. (rendered into English by Haldane, Elizabeth S. (1862-1937) ; Ross, G. R. T. (George Robert Thomson) Cambridge University Press 1911.

Rodis-Lewis, G. (1989) Descartes et le rationalisme. (çev. Karyol,H.) İletişim Yayıncılık 1993.

Kılıç, C. (2014) John Locke: Bilginin kaynağı ve ideler sorunu. Ekev Akademi Dergisi Yıl: 18 Sayı: 58 (Kış 2014) (s.455-468).

Mengüşoğlu, T. (1988)  İnsan Felsefesi. Remzi Kitabevi (İstanbul).

Öktem, Ü. (2003) John Locke ve George Berkeley'in Kesin Bilgi Anlayışı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi 43,2 (2003) 133-149.

Ölmez, T. (2013) John Locke'da Dini İnancın Rasyonalitesi. Beytulhikme An International Journal of Philosophy Volume 3 Issue 1 June 2013 Research Article.

Platon (M.Ö:427-347) Devlet. (Çev. “Saraçoğlu, C. ; Atayman, V.) Bs Yayın Dağıtım 2005.

Taşkın, A . (2002). Immanuel Kant’da bilgini kaynağı problemi. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 6 (1), 279-294.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder