18 Şubat 2018 Pazar

Bil-e-bil-ir mi-yiz?



Descartes ve Locke’un "Bilginin Kaynağı" hakkındaki görüşleri kapsamında, Rasyonalizm ve Empirizm’in karşılaştırılması


Erkan BİÇER*


Özet

İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özelliklerden biri; yaşadığı evreni anlama (veya anlamlandırma) arzusudur. Bu maksatla yapılan çalışmalarda, "bilgi ve bilginin kaynağı nedir?" soruları karşımıza çıkmaktadır.

Yunanca episteme (bilgi) ve logos (kuram) sözcüklerinin bir araya gelmesinden oluşan ve epistemoloji olarak adlandırılan felsefe disiplini, "bilgi"nin tanımı, kaynağı ve doğruluğu gibi konularla ilgilidir. "Bilgi" kavramının oluşabilmesi için öncelikle bir "bilen (bilebilme yetkinliğine sahip varlık)" ve "bilinen (bilen tarafından kavranabilen nesne)"nin var olması gerekmektedir. Ancak bunların varlığından sonra "bilgi"nin varlığından söz edilebilir. Ayrıca, "bilen ve bilineninontolojik (varlık) değerlendirilmesi, başka bir tartışma alanıdır. Biz bu noktada, mümkün olduğu kadar bu tartışmalara girmemeye çalışarak, ön kabuller çerçevesinde "bilginin kaynağı" hakkındaki bazı görüşleri aktarmaya çalışacağız.

Epistemolojinin en temel konularından biri olan "bilgi" kavramının tanımı, kesin yapılamamış olmakla birlikte, "Gerekçelendirilmiş doğru inanç" olarak tanımlanabilmektedir. Bu tanımı doğru ve geçerli kabul etme durumunda, şu gibi sorular karşımıza çıkmaktadır; 

"Gerekçelendirmenin metodolojisi nasıl olmalıdır?", "İnancın tanımı nasıl yapılmalıdır?".

"Bilgi" tanımının ardından karşımıza çıkan bir başka konu: 

"Bilginin kaynağı nedir?" sorusudur. Bu soruya cevap bağlamındaki bazı felsefi yaklaşımlar şunlardır: Rasyonalizm (Akılcılık), Empirizm (Deneycilik), Kritisizm (Eleştriselcilik), Septisizm (Kuşkuculuk), Pozitivizm (Olguculuk), Fenomenoloji (Görüngübilim) v.s.

Biz bu yazımızda, modern felsefenin babası ve yeniçağ felsefesinin kurucusu olarak anılan, aynı zamanda rasyonalizmin temsilcisi olan René Descartes (1596-1650) ile, modern çağda deneyciliğin kurucusu kabul edilen John Locke (1632-1704)’un, "neyi nasıl biliyoruz?" sorusuna yaklaşımlarını inceleyecek, "bilgi" ve "bilgi kaynağı" kavramlarını kritisizm çerçevesinde yorumlamaya çalışacak ve bu bağlamda, rasyonalizm ile empirizmi karşılaştırmaya çalışacağız.

Anahtar kelimeler : Epistemoloji, Descartes, Locke, Rasyonalizm, Empirizm.


* Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Felsefe Bölümü Lisans Öğrencisi




Giriş

Felsefe tarihinin en eski konularından biri olan bilgi (episteme), özellikle bilgi felsefesi (epistemoloji) alanında birçok düşünür tarafından üzerinde uğraşılan çok geniş kapsamlı bir kavramdır. Platon (M.Ö: 427-347), ruhumuzda doğuştan var olan bilgiler olduğunu, bu bilgilerin dış dünyadan elde edilmiş olamayacaklarını savunur. Platon’un bilgi anlayışı, ruhta saklı bulunan bilgilerin açığa çıkarılması, anımsanması (anamnesis) esasına dayanır. "Bilgi (bilme) aslında, (konusundan tamamen bağımsız olarak salt içme ihtiyacında olduğu gibi) salt bilinebilirlikle ilişkilidir; ancak belli bir bilgi (bilmenin, malumatın) nesnesi, ona özgü (özel) bir nesne (olarak bu salt bilgiyi özelleştirir)" (Platon. 2005:117).  Mengüşoğlu’na göre ise bilgi: "Bilen bir varlıkla (süje); bilinmesi istenilen bir varlık (obje) arasındaki bağdır" (Mengüşoğlu, 1988: 58).

Bilginin tanımı ile beraber bilginin insanla olan ilişkisini de elen alan Mengüşoğlu, bilgi teorisi çerçevesinde şu soruları sorar:
"1.Suje ile objeden ne anlaşılır? 2.Onların arasındaki ilişki nasıl bir ilişkidir? 3.Suje ile obje birbirine nasıl bağlanmışlardır? Her bilgi teorisi bu sorulan yanıtlamak, onlarla başa çıkmak zorundadır. Bilgi teorisi, genel bir teori olarak bu sorularla başa çıkabilecektir" (Mengüşoğlu, 1988: 62).

Bilginin doğası, kaynakları ve sınırlılıkları üzerine epistemolojinin cevaplamaya çalıştığı başlıca beş soru şöyledir: "(a) önermesel bilginin doğası nedir ya da dünya ile ilgili belli bir önermenin doğru olmasının ardında ne vardır? (b) Bilginin edinilmesi olanaklı mıdır? (c) Bilgiyi nasıl ve neden alırız? (d) Bilgimizin sınırları nelerdir? (e) Bilginin ölçütü nedir? Rasyonalizm, ortaya sürdüğü farklı tezlere bakıldığında, bilginin kaynağının sezgi, tümdengelim ya da doğuştanlık olduğunu vurgular. Bilginin sezgi ve tümdengelimsel olduğunu söyleyen görüş, bazı şeylerin sadece sezgisel olarak bilinebileceğini, diğerlerinin ise bu sezginin önermelerden çıkarıldığını vurgular. Sezgi rasyonel bir anlayış şeklidir. Bir önerme zihinsel olarak kavranırken, onun içerisinde doğru ve haklılandırılmış inanç görülür. Tümdengelim ise sezgisel öncüllerden yola çıkarak mantıklı argümanlarla sonuçlara ulaşma sürecidir. Örneğin üçün ikiden büyük bir asal sayı olduğunu sezeriz ve bu bilgiden yola çıkarak “İkiden büyük bir asal sayı vardır.” Çıkarımında bulunabiliriz. İşte bu sebeple rasyonalizm, sezginin ve tümdengelimin a priori bilgiler sunduğunu ve bunların da deneyimden bağımsız olarak edinildiğini söyler."(Baykent,2017: 173-174).


Descartes ve Rasyonalizm

Modern felsefenin öncülerinden Descartes, kuşkuluğu yöntemsel olarak uygulamış, gerçek olduğunu düşündüğü tüm şeylerin gerçekliğini sorgulamış ve "şüphecilik yöntemini" geliştirmiştir; "Şimdiye dek doğru olarak neyi kabûl etmişsem, ya duyulardan ya da duyular yoluyla elde ettim. Oysa zaman zaman duyuların aldatıcı olduğunu gördüm ve bizi bir kez bile aldatmış olsalar, onlara asla güvenmemek tedbirlilik olacaktır" (Altuner, 2011: 98).
Descartes, kuşkucu yaklaşımı ile ;  her şeyden şüphe edebileceğini, ama şüphe ediyor olmasından şüphe etmediğini, bunun da zihinsel bir faaliyet olduğunu, zihinsel faaliyetinin de varlığına delil olduğunu belirterek şu sonuca varır; "Düşünüyorum öyle ise varım (I think, therefore I am)" (Descartes, 1911: 101).

Descartes, düşünme eyleminin, kendisini Tanrı’nın varlığına ulaştırdığını, gerçek bilgiye ancak Tanrı’nın insana bahşettiği akıl ile ulaşılabileceğini şöyle ifade eder: "Böylece açıkça görüyorum ki, bütün bilginin kesinliği ve doğruluğu ancak gerçek Tanrıyı bilmeye bağlıdır. O kadar ki, onun farkına varmaksızın yetkin bir bilgiye sahip olamazdım. Descartes’a göre insan, kendisinden daha yetkin varlık düşüncesine kendisi ulaşabilecek potansiyel yapıya sahip değildir, bu yüzden de bu düşüncenin bir yetkin varlık tarafından insan zihnine kazınmış olması gerekmektedir. Tanrı insan zihnine kendi düşüncesini bir damga gibi vurduğu için, insan zihni doğuştan bu ideaya sahiptir. Descartes, bilgilerimizin kesinliği açısından Tanrı ideasının yalnızca düşüncede değil varlık alanında da bulunmasının zorunluluğundan bahseder. Aksi durumda, bilgilerimizin doğruluğunu, hatta gerçekten varolduğumuzu kesin olarak kanıtlayabilecek hiçbir sağlam kanıt yoktur. Bu nedenle Descartes Tanrıyı bütün varlık ve bilgi felsefesinin en başına yerleştirmiş ve kuşkudan kurtulmayı Tanrının doğruluğuna bağlamıştır" (Altuner, 2011: 108-111).

Bilginin doğruluğunun duyum ve deneyimde değil, düşüncede ve zihinde temellendirilebileceğini öne süren felsefi görüş olan Rasyonalizm, aklın rehberliğini esas alır.
"Düşüncem" diyordu Descartes "şeylere hiçbir zorun­luluk atfetmez", ama yine de "onların her biri hakkındaki düşünce -bu bireyle ilgili algı ve bilgi demektir- onun için bir şeyin gerçeğinin düzeni olmalıdır- bunun anlamı da, ondan çıkarılan tüm yargıların doğru olabilmeleri için bu algıya uygun olmalarıdır" (Lettres sur /es instences contreles 5 ea reponses). Zira bir yargının yalnızca aydınlık ve belirgin düşüncelere tabi bulunması, onlar arasındaki gerçek farklılıklara tastamam uyar ve Tanrı tarafından doğaya olduğu kadar aklımıza da yerleştirilen gerçekleri keşfeder: anlama yetimize kabul ettirilen normlar varlı­ğın esas yapısının ifadesidir. Bu metafizik rasyonalizm Descartes'in ardıllarında da aynı ölçüde etkindir. Ama onlardan hiçbiri, kuşkuyu geçersiz kılan Tanrısal gerçekleri, onlan yaratanın kadiri · mutlaklığına tabi kılmadan sorgulama konusu yapmaz. Onlara göre matematiğin başka türlü olabileceği düşünü­lemez ve bunlar zorunluluğun düşünce düzeninin bir tarzı­ olarak kalır"(Rodis-Lewis, 1989: 72).


Locke ve Emprizm

Locke  doğuştan fikirler görüşünü reddeder. İnsanın doğduğunda, başlangıçta üzerine hiçbir şey yazılmamış düz beyaz bir kağıt gibi olduğunu kabul eder ve bunu ; "Tabula rasa" kavramı ile ifade eder. Locke doğuştan hiçbir ide ve bilgiye sahip olmadığımızı, bilgiyi ancak tecrübe ve deneyimlerimizden elde edebileceğimizi savunur. Locke, bütün bilgilerimizin biricik kaynağı olarak gördüğü deneyi ikiye ayırmaktadır. Birincisi dış duyum(dış deney), ikincisi ise iç duyum (iç deney)dir. Birincisinde tecrübemize konu olan dış dünyadaki duyulur varlıklar, ikincisinde ise duyulur varlıkların bizde oluşturduğu etkiler üzerine zihnin gerçekleştirdiği çeşitli faaliyetlerdir (Kılıç, 2014: 460).

Locke’a göre, yeni doğanların, aptalların ve cahillerin doğuştan olgular hakkında bilgisi yoktur. Eğer, doğuştan ideler olsaydı, mantığın ana prensipleri olan özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkansızlığı prensipleri küçük çocuklarda da cahil kimselerde de olurdu(Öktem, 2003: 136).

"Rasyonalizme, özellikle Descartes'a ve idealizme tepki olarak "doğuştan ideler yoktur" savını ileri süren Locke, örneğin, ilkçağın ünlü rasyonalist filozofu Platon'un, "hiç geometri bilmeyen bir köleye geometri problemini çözdürmesi" gibi bazı meseleleri, felsefesiyle tutarlı bir şekilde nasıl açıklayacağını bilemediği için, gözardı etmek zorunda kalmıştır. Yine, her ne kadar, insan zihninde tüm nesnelerin ortak yanlarını içine alan tasarımlar meydana getirmek için özel bir edim (soyutlama aktı) bulunduğunu ileri sürmüş ise de, soyut ve tümel kavramların zihnin dışında ayrı bir gerçeklikleri olduğunu reddettiği için, yani, Platon gibi bir kavram realisti olmadığı için, her amprist filozofun sıkıntı çektiği "insan", "üçgen", "kırmızı", "ağaç"...vb. gibi soyut kavramlar ve bunların "bütün", "herbiri", "bazısı", "hiçbiri", "çeşit", "tür", "birlik"...vb. gibi terimlerle ifadesi konusunda da güçlüklerle karşılaşmıştır" (Öktem, 2003: 142-143).

Locke’nin emprizme bir başka yaklaşımı da şudur:
"Zihnine makul bir yol açamayan bir kişinin asla doğru yolu bulamayacağını belirten Locke, bedensel açıdan da zayıf güçsüz olan bir insanın da asla ilerleme kaydedemeyeceğini ifade eder. Bunun yanında, doğa tarafından zihinleri ve bedenleri güçlü ve sağlam bir biçimde donatılmış insanlar başkalarının desteğine ihtiyaç duymazlar. Bu bağlamda Locke açısından bilmek, görmek demektir ve böyle olunca başka birinin gözleri ile görebileceğimizi ve başka birinin görmesiyle bilebileceğimizi hayal etmek anlamsız olur. Çünkü başka birileri, gördüklerini çok açık bir biçimde tasvir etme yeteneğine sahip olsa bile bu durum değişmez. Bu yüzden biz olup bitenleri bizzat kendi gözlerimizle görmedikçe, diğerlerinin bize olup bitenleri anlatmaları bir şey ifade etmez" (Cihan, 2010:175).

Empirist bakış açısına sahip  bir diğer filozof ise David Hume’dur. "İnsanın doğasında bulunan akıl dışı birtakım güçler vardır ve bu güçler septik şüphenin uyuşturucu gücünden bizi kurtarır" (Baykent, 2017: 184).

Bilgi kavramı ile ilgili bir başka konu da Tanrı bilgisidir. Bilginin kaynağı hakkında değerlendirmeler yapılırken metafiziksel konular veya soyut kavramlarda söz konusudur. Teolojinin konusu olan Tanrı bilgisi ve buna bağlı olarak inanç kavramı, ayrıca inançlarımızla ilgili sahip olduğumuz (veya olduğunu zannettiğimiz) bilgilerin varlığı da kaynakları da bir başka tartışma alanıdır.

İnanç kavramına Locke’un yaklaşımı da şunlardır;
"Yeterli delile sahip olmadan bir şey hakkında inanca sahip olmayı veya elimizdeki kanıtların gücüyle orantılı olmayacak bir derecede bir şeye inanmanın insanın sahip olduğu yetileri yanlış kullanması ve hataya düşmesi olarak değerlendirmektedir. Öte yandan böyle bir tutum Tanrı’nın iradesine karşı gelmek ve doğru davranış konusundaki ilahi emirlere riayet etmemek anlamına da gelmek- tedir. Konu ile ilgili tartışmalarda daha çok inanç oluşumunda iradenin rolünün olup olmadığına değinerek bu konuda Locke’un fikirlerini ele almaya çalışacağız. Locke’un öne sürdüğü inanç etiğinde akıl merkezi roldedir. Buradaki etik anlayışında Akla verilen rol aslında klasik bir roldür, yani: sezgisel veya açık seçik olarak doğruluğu bilinmeyen herhangi bir önermede akıl yeterli delile binaen ilgili önermenin doğruluk ihtimalini belirler. Biz de aklın bize bildirdiği ihtimal oranına göre ilgili önermeye yönelik inancımızı orantılandırmalıyız" (Ölmez, 2013: 182,193-194).

Bir başka filozof Immanuel Kant (1724-1804), konu hakkında şunları ifade etmiştir.;
"Ampirizmin, bütün bilgilerin deneyle başladığı, iddiası önemli bir değer taşır ama burası bir ara duraktır; zira o, “Tüm bilgilerimizin deneyim ile başladığı konusunda hiçbir kuşku olamaz, ama tüm bilgimizin deneyim ile başlamasına karşın, bundan tümünün de deneyimden doğduğu sonucu çıkmaz" Kant, deneyimden tümüyle bağımsız, zorunlu, evrensel özelliklerle nitelediği bir bilginin mümkün olup olmadığı sorusunu sorar. Deneyimlerimizin içerisinde bile kök olarak bulabileceğimiz, deneyden bağımsız ve önce gelen bir bilgi vardır, sıradan zihin bile hiçbir zaman onlarsız olamaz Kant’a göre. Bu tür bilgi a priori olarak adlandırılır ve kaynağını a posteriori deneyimde bulan görgül bilgiden ayırdedilir. Kant, a priori bilgi’nin kesin olarak deneyimden ya da kendisini deneyimden ödünç almış evrensel bir kuraldan almaması gerekir der. Örneğin, kendi evinin temelinin altını kazan bir kimse evinin yıkılacağını onun yıkılmasını beklemeden bilebilirdi denilirse, bunu gene de a priori olarak bilemezdi çünkü, daha önce cisimlerin ağır olduklarını ve destekleri uzaklaştırılınca düştükleri deneyim yoluyla öğrenilmiş olması gerekirdi, der Kant. Kant’a göre deneyimden önce gelen a priori bilgiler için birkaç örnek vermek gerekirse, öncelikle zaman ve mekân; gibi zihnin salt formlarını; evren, ruh ve Tanrı gibi aklın a priori sentezleri gibi metafizik unsurları;43 “iki nokta arasından ancak bir doğru çizgi geçer”, “uzayın üç boyutu vardır”, “her etkinin bir nedeni vardır” gibi kuralları saymak mümkündür. Kant’ın kategorilerinin tümü de a priori bilgiler sınıfına girer. Öyleyse bu noktadan sonra a priori bilgiler derken mutlak olarak deneyimden bağımsız olan bilgileri anlayacağız"(Taşkın, 2002: 280-281, 284-285).


Sonuç

Bizce tüm bu araştırmalarda, "ortak bir felsefi sorun" söz konusudur. Sokrates’le birlikte "kozmostan nomosa" (evrenden insana) dönen felsefe süreci, insanı merkeze aldığında şöyle bir sorunla karşı karşıya kalmaktadır:

İnsanın kendisinden ayrı olguları, insani bir bakış açısı ile değerlendirmesi söz konusu olabilir, ancak insanın kendisi hakkında değerlendirme süreci, kendisini kendinden soyutlayamadığı için bir "paradoks" oluşmaktadır.

Felsefe tarihinde, insanın kendisinden ayrı varlıkları ontolojik açıdan değerlendirmeye çalışırken, "Doğa insan yapımı olmadığı için, insan tam olarak doğayı asla bilemez"(Vico) veya "Var olmak algılanmış olmaktır"(Berkeley) gibi aşamalardan geçmiş ve bu konularda mutlak bir sonuca ulaşamamıştır. Gözümüz ile algıladığımız dünyanın sınırlarını (eşyalar arasındaki sınırlar, nesneleri birbirinden ayırma metodumuz) dahi kendi gözümüzün yetilerini baz alarak değerlendirmekte, sesleri kendi kulak eşiği sınırlarımıza göre algılamakta, kokuları av köpeğinin duyularını bilmeden tanımlamaktayız. 

Buna bir de, "kuantum fiziği" açısından bakacak olursak: "Gözlemci sonucu değiştirir" ilkesi, işleri daha da karışık hale getirmektedir. Bir şeyin varlığını delillendirdiğimiz iddia etsek de, "kuantum" dünyasının bize vereceği cevap şu olabilir :

"Bir şey varlığını gözlemlemiş olsanız bile ; o şey vardır, o şey yoktur, o şey hem vardır hem yoktur, o şey ne vardır ne de yoktur"

Bizim bu felsefi soruna (örnek:epistemolojik açıdan) çözüm önerimiz şudur:

Soruşturma sürecine "Tanrı" kavramı ile başlamalı, Tanrı’nın Teolojik ve Ontolojik açıdan değerlendirilmesi sonucunda varacağımız sonuca göre yolumuza devam etmeliyiz. Örnek vermek gerekirse; (her ne kadar, "Tanrı vardır" veya "Tanrı yoktur" cümleleri felsefi açıdan ifade edilemez cümleler olsa da, makaleye konu olan paradoksa çözüm önerimizi açıklamak için biz bunu göz ardı ediyoruz)

i) Şayet "Tanrı" var ise:

Bilgini kaynağının ne olduğu sorusunu cevaplamak için, insanın yeti sınırlarını aşması gerekir ki, Tanrı tarafından yaratılmış olan insanın bunu başarması bir anlamada insanın "Tanrılaşması" demektir. Tanrı’nın var olduğu ön kabulüne göre, bu mümkün görünmemektedir. Şayet Tanrı’nın buna müsaade edebileceği iddia edilirse o zaman şu ihtimal söz konusudur:

"Her insan potansiyel bir Tanrı’dır"

ii) Şayet "Tanrı" yok ise:

O zaman insanın, doğadaki; hayvan, çiçek, böcek, taş, hava, su gibi evrenin diğer parçalarından ontolojik olarak bir farkı yoktur ve şu soruyu sorabiliriz;

"Bir elektron, elektron olma vasfını aşıp evreni anlamlandırabilir mi?"

Sonuç olarak bizim kanaatimiz;

"nomostan kozmosa" tekrar dönüş yapıp, süreci "Teoloji" ile başlatmalıyız.






Kaynakça;


Altuner, İ. (2011) Descartes Felsefesinde Kuşkudan Bilgiye Geçiş ve Zihnin Kendini Kavrayışı. Beytulhikme  An International Journal of Philosophy Volume 1 Issue 1 June 2011 Altuner, ss. 97-112.

Baykent, U. (2017) Bilginin Kaynağı Üzerine. Journal of Current Researches on Social Sciences, 7 (1), 173-190.

Cihan, M. (2010). John Locke ve Eğitim. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 7 (1), 173-178.

Descartes, René (1596-1650) The Philosophical Works of Descartes. (rendered into English by Haldane, Elizabeth S. (1862-1937) ; Ross, G. R. T. (George Robert Thomson) Cambridge University Press 1911.

Rodis-Lewis, G. (1989) Descartes et le rationalisme. (çev. Karyol,H.) İletişim Yayıncılık 1993.

Kılıç, C. (2014) John Locke: Bilginin kaynağı ve ideler sorunu. Ekev Akademi Dergisi Yıl: 18 Sayı: 58 (Kış 2014) (s.455-468).

Mengüşoğlu, T. (1988)  İnsan Felsefesi. Remzi Kitabevi (İstanbul).

Öktem, Ü. (2003) John Locke ve George Berkeley'in Kesin Bilgi Anlayışı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi 43,2 (2003) 133-149.

Ölmez, T. (2013) John Locke'da Dini İnancın Rasyonalitesi. Beytulhikme An International Journal of Philosophy Volume 3 Issue 1 June 2013 Research Article.

Platon (M.Ö:427-347) Devlet. (Çev. “Saraçoğlu, C. ; Atayman, V.) Bs Yayın Dağıtım 2005.

Taşkın, A . (2002). Immanuel Kant’da bilgini kaynağı problemi. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 6 (1), 279-294.




22 Şubat 2016 Pazartesi

12 ŞUBAT 2016 TARİHLİ CUMA HUTBESİNE İTHAFEN

(Benim gibi düşünmeni değil, sadece düşünmeni talep ediyorum…)

Bu yazı; yukarıda belirtilen tarihte, Türkiye’de camilerde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından okutulan hutbe hakkında, fikir beyan etmek maksadı ile yazılmıştır. Bu yazıyı okumadan önce, hutbeyi dinleme imkânı bulamamış veya dinlemeyi tercih etmemiş olanların, hutbe metnini okumalarını tavsiye ederim.

Kaynak: 

http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/HutbelerListesi/Peygambere%20%C4%B0man%20Tevhidin%20Bir%20Geregidir.pdf

Öncelikle metnin başlığında; “PEYGAMBERE İMAN TEVHİDİN GEREĞİDİR” ifadesinin kullanılması, yazının ilerleyen bölümlerinde peygambere iman etmeyen veya iman etmediği iddia edilen bir kitleden bahsedileceğini veya “Gerçek Müslüman kimdir?” sorusuna da bir cevap mahiyetinde olduğunu çağrıştırmaktadır. 

Yazı (hutbe); “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir”(Âl-i İmrân:31) ayet meali ile devam etmekte, “peygambere uyma” kavramı üzerinden “peygambere iman” kavramı açıklanmaya çalışılmaktadır.
İşte bu noktada, üzerinde düşünülmesi gereken husus bence şu olmalıdır. “Peygambere iman”, ”Peygambere uymak”, “Peygambere tabi olmak”, “Peygamberi sevmek”… gibi peygamber ile ilişkili kavramları nasıl anlamamız gerekir? Bu kavramlar nedir? Neye işaret etmektedir? Biz (Müslüman olduğu iddiasında olanlar) bu kavramları nasıl anlamalıyız?

Bildiğim kadarı ile Kur’an’da iman dairesinde olanların, Allah’a “ve” Peygambere itaat etmesi (uyması, tabi olması) emredilmektedir. İlginç olan; (benim tespit edebildiğim kadarıyla) sadece Allah’a tabi olmak diye bir kavram Kur’an’da yoktur. Peki, o zaman bu hususu nasıl anlamalıyız? Sadece Allah’a kul olması gereken bir kişi sadece Allah’a tabi olmayacak mı? Hem Allah’a hem peygambere mi tabi olacak ?

Kur'an metni üzerinde çalışma yapanlar iyi bilirler ki; Kur'an'da kullanılan kelimeler ve harfler, insan sınırlarının ötesinde mu'ciz (insanı aciz bırakan) bir dizilişe sahiptir. Kelimelerin cümle içinde kullanımları, işaret ettiği anlamlar bakımından çok önemlidir. 

Bu bağlamda ; Allah'a ve Peygambere tabi olma ile ilgili ayetlerde, Peygamberin ismi ile değil, sıfatı olan "resul" kelimesini ile anılmasının, O'nun beşer veya nev'i şahsına münhasır özelliklerinden ziyade, elçilik özelliğine işaret ettiği kanaatindeyim. 

Aynı mantıkla "Peygambere itaat"in, elçilik yaptığı "vahiy"e yani; "Kur'an'a itaat" olduğu kanaatindeyim.

Hazır sırası gelmişken burada; Arapça’da bulunan “و”(vav) harfi üzerinde öğrendiklerimi ve kişisel görüşlerimi beyan etmek istiyorum. Öncelikle; Arapça da bulunan “و”(vav) harfinin değişik kullanımları mevcuttur (Bağlaç, ant/yemin, hal durum gibi…). Ben burada “و”(vav) harfinin, Türkçe’de “ve” anlamına gelen kullanımından bahsetmek istiyorum. Türkçe “ve” kelimesi (kalem ve defter, Ahmet ile Mehmet, elma ve armut… gibi) birbirinden farklı ayrı iki şey için kullanılabilir. Bu kullanımda birbirinden bağımsız, iki farklı şeye işaret edilir. “Ahmet kiraz ve üzüm yedi” cümlesi, Ahmet’in hem kiraz hem de üzüm yediğini ifade eder. Arapça’da “و”(vav) harfi, Türkçe’deki “ve” kelimesi ile aynı şekilde de kullanılmakla beraber, bunun yanında Türkçedeki “ve” den farklı kullanımları da mevcuttur. Buna bir örnek verecek olursak; Tevbe suresinin başında “Allah’tan “ve” Peygamberden bir ihtardır” ifadesini ben; bir Allah ihtar ediyor bir de ikinci olarak peygamber ihtar ediyor olarak anlamıyorum. Bu ihtar peygamber vasıtasıyla, Allah tarafından yapılıyor şeklinde anlıyorum. Bir başka örnek; “Allah “ve” melekleri peygambere salat ederler…”(Ahzâb:56)  diye ayette mealen geçen ifadeyi; bir taraftan Allah, bir taraftan melekler salat ediyor olarak da anlamıyorum. Anladığım şu; melekler yapıyor ama esas yapan Allah. Keza Bakara:129/Nisa:113 gibi ayetlerde ifade edilen “kitabı ve hikmeti” kavramını da, bir kitap bir de bundan başka bir kitap daha veya kitaptan hariç başka bir şey daha olarak da anlamıyorum, hikmeti içeren kitap olarak anlıyorum. Zaten Kur’an’ın isimlerinden birisi Zikr olduğuna göre, “Sana okuduğumuz bunlar, ayetlerden ve hikmet dolu Kuran'dandır.” (Âl-i İmrân:58) ayetinde ifade edilen الْحَك۪يمِ الذِّكْرِ sıfat tamlaması bize, Kuran’ın “Hikmetli Kitap” olduğunu açıkça ortaya koyduğu kanaatindeyim.

Yani; “و”(vav) harfini, Türkçedeki “ve” anlamının yanında, İngilizce ifadesiyle “it contains the other” (biri diğerini kapsar) anlamını da içeren bir kavram olarak algılıyorum.

Özetle benim kanaatim; Allah’a itaat, peygambere itaat ile mümkündür. Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Buradaki önemli husus; bir taraftan Allah’a itaat etmek, diğer taraftan peygambere itaat etmek değildir.

Peygambere itaati, Allah’tan bağımsız ayrı bir itaat kavramı olarak algılarsak şu sonuçlar çıkar; (HAŞA)
Allah hem kendisine tabi olmamızı emretmiş, hem de başkasına da tabi olmamızı emretmiş,
Hem “sadece bana kul olun” buyurmuş, hem de başkasına da kul olun buyurmuş,
Hem Kur’an’ı indirmiş, hem de Kur’an’dan başka bir kitap(hikmet) vermiş,
Hem Allah (Tevbe suresinin başı) ihtar etmiş, hem de peygamber ihtar etmiş…

Gelelim peygambere itaat kavramına. Yukarıda belirtilen aynı mantıkla kavramı değerlendirecek olursak; peygambere itaat, Kur’an’a itaattir. Bir yandan Kur’an’a itaat bir yandan peygambere itaat değildir. Böyle bakarsak peygamberi Kur’an’dan ayrı bir kavram olarak değerlendirmiş oluruz.
Enbiya Suresi 45. Ayette geçen ifadeden ben bunu anlıyorum;
قُلْ إِنَّمَا أُنذِرُكُم بِالْوَحْيِ
”De ki; ben siz ancak vahiy ile uyarıyorum…”

Peygambere uymak Kur’an’a uymaktır. Sadece Kur’an’a tabi olmaktır. Bir taraftan Kur’an’a tabi olmak diğer taraftan peygambere uymak,  Kur’an ile peygamberi ayırmaktır. Yoksa Kur’an’dan ayrı bir peygamber tasarrufu düşünmek, peygamberin Kur’an’dan bağımsız bir yaşantı yaşadığını iddia etmek, Kur’an’ın temel ilkelerine aykırıdır. Peygamber de Kur’an’ı rehber edinmiştir, Kur’an’ın hükümlerine uymuştur.

“Onlara bir ayet getirmediğin zaman, onu da derleyip getirseydin ya! derler. De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Bu (Kur'an), Rabbinizden gelen basiretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır); inanan bir kavim için hidayet ve rahmettir” (Araf:203)

“Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı, elbette onu bundan dolayı kıskıvrak yakalardık; sonra da onun şah damarını keser atardık. Hiçbiriniz buna engel de olamazdınız” (Hakka:44-47)

Allah’ın peygamberin şah damarını kesmediği sabit olduğuna göre; peygambere Kur’an dışında Allah’tan bir bildiri yapılmamış, peygamber kendisine vahyedileni eksiksiz tebliğ etmiştir. Şayet böyle bir şey söz konusu olsa idi, peygamber kendisine bildirileni bildirmemiş, Allah’ın emrine karşı çıkmış olurdu ki, böyle bir durumda Allah, (asla vaadinden dönmediğine göre) peygamberin şah damarını parçalardı(ki bunun böyle olmadığı malumdur).

Dolayısıyla; peygambere iman, O’nun bize tebliğ ettiği Kur’an’a imandır. Peygambere tabi olmak Kur’an’a tabi olmaktır. Peygambere itaat Kur’an’a itaattir. Burada esas olan; peygamberin beşer boyutu değil, resul boyutudur. Kur’an için de aynı şey geçerlidir. Kur’an derken kâğıt boyutunu değil mesaj boyutunu anlıyoruz. Bugüne kadar ben hiç; “Kur’an” denildiği zaman, yapraklarının ağaçtan yapıldığını anlayıp, ağaçlara itaat etmesi gerektiğini anlayan görmedim !…

Bir diğer husus; Cuma hutbe metninde belirtilen “Gönülden tasdik ederek Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun resûlü olduğuna inanan kimseye Allah, cehennemi haram kılar” ifadesidir. Okuduğum kadarıyla Yüce Allah Kur’an’da; kimlerin cehenneme veya cennete gideceğinin temel ilkelerini, kimlerin affedilebileceğini, kimlerin rahmetten faydalanacağını, kimlerin asla affedilmeyeceğini, kimlerin salih kimseler olduğunu, kimlerin Allah’ın halis kulları olduğunu, kimlerin doğru yolda olduğunu, gönderdiği kitabın sıfatlarını, kitabın kimlere yol gösterici olduğunu, kimlerin Kur’an’a temas edemeyeceğini (dolayısıyla ANLAMAYACAĞINI) veya başka bir ifade ile kimlerin Kur’an’ı anlayabileceğini ve diğer tüm hususları açık seçik ve net bir şekilde ifade etmiştir. Benim sorum şu; acaba peygamber, Kur’an da Allah tarafından vahiy ile belirtilen bir hususta, ayetlerden bağımsız olarak; “Allah bu konuda böyle buyurdu ama benim de bu konuda söyleyeceklerim var” şeklinde veya örnek verecek olursak ; “Gönülden tasdik ederek Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun resûlü olduğuna inanan kimseye Allah, cehennemi haram kılar” şeklinde cennet veya cehennemim kriterleri hakkında ayetlerden bağımsız bir ifade kullanmış olabilir mi? Bu sorunun cevabını, bu yazıyı okuma lütfünde bulunanlara bırakıyorum.

Bir başka husus; hutbe metninde ifade edilen; “…Yüce Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de bizlere namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekât vermeyi, hac yapmayı emretmiştir. Ancak namazın vakitlerini, rekât sayılarını ve nasıl kılınacağını bize Efendimiz öğretmiştir…” cümlesidir. Bu cümleden benim anladığım; “Allah; namazı, orucu, haccı, emretmiş fakat nasıl olacağını Kur’an’da belirtmemiş, detayları göstermemiş, bunları peygamberden öğrenmemizi istemiş”tir.

Bence bu kanaate ulaşabilmemiz için şu sorulara cevap vermemiz gerekir; “Bir çok husus Kur’an da detaylı bir şekilde açıklanmış olmasına rağmen, neden bu hususlar açıklanmamıştır? Bugün 8 milyar insan da belki bir kişinin bile maruz kalmayacağı çok istisnai bir durum olan; ölmek üzere birinin başka bir şey bulamadığı bir durumda domuz eti yiyebileceği açıklanmışken, milyonlarca insanın yapması gereken temel vazifeler neden açıklanmamıştır? Kur’an’ın, “mufassal”(ayrıntılı şekilde açıklanmış, izah edilmiş, kapalı yanı kalmayan söz ve bahis) sıfatı belirtilmesine rağmen, bazı meseleler neden ayrıntılı açıklanmamıştır? Kitabın, “Mübin”(açık/apaçık/anlaşılır) olduğu vurgulanmasına rağmen, neden ibadetleri nasıl yapacağımızı açıkça ortaya konmamıştır? Yüce Allah neden,  Kamer suresi 17, 22, 32 ve 40. Ayetlerinde; 
“Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?” şeklinde soru yöneltmesine rağmen, bu hususlara değinmemiştir?

Veya;
“…مَثَلٍۜ كُلِّ مِنْ الْقُرْاٰنِ هٰذَا ف۪ي لِلنَّاسِ ضَرَبْنَا وَلَقَدْ …”
Yemin olsun ki, biz bu Kur'an'da insanlar için her türlü örneği verdik…(Rum:58)

“…شَيْءٍ  مِنْ الْكِتَابِ فِي فَرَّطْنَا مَا …”
Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. (En’am:38)

“…مُفَصَّلاًۜ الْكِتَابَ اِلَيْكُمُ اَنْزَلَ الَّـذ۪ٓي هُوَ… “
Allah, size Kitab'ı (Kur'ân'ı) açıklanmış olarak indirdiği halde…(En’am:114)
ayetlerini nasıl anlamalıyız?

Matematiksel bir tabir vardır; “PARADOKS”. Kur’an’da bu hususların detaylarının olmadığını iddia etmek veya; “Allah bir şeyi emretmiş ama nasıl olacağını belirtmemiş onu da başka kanaldan, peygamberden öğrenmemizi irade buyurmuş” demek, bence şu paradoksları doğurur; “Peki aynı Allah, peygamberine Kur’an’a tabi olmasını emrederken, bu detayları peygamber nereden öğrenecek? Şayet bu detayları, Kur’an dışı bir kanaldan öğrenecekse, o kanaldan öğrendiklerini neden “bunlar da Allah tarafındandır” diye bize bildirmemiş? Şayet Allah’tan almadan kendi öğretti ise, neden Allah “Onun şah damarını keseriz” buyurup şah damarını kesmemiş? Veya Yüce Allah, Hud suresinin ilk ayetlerinde kitabı etraflıca açıkladığını ve bizi başkasına muhtaç etmediğini belirtmesine rağmen, neden detayları peygambere bırakmış? “Kitap”ta her türlü örneği verdiğini bildirdiği halde (Rum:58), neden bizi başka kaynaklara yönlendirmiş? Ve neden,“İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir. Onları sana gerçek olarak okuyoruz. Artık Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar ?” (Câsiye: 6) buyurup, sonra bizi başka sözlere de inanmaya sevk etmiş?

Benim bu sorulara cevabım şu; “SubhanAllah (Allah eksiklik ve noksanlıklardan münezzehtir). Allah bize gereken her şeyi Kur’an aracılığı ile bildirmiştir. Vesselam…

İbadetler ile ilgili detayların Kur’an’da olmadığını iddia edenlere şu soruyu soruyorum; “Şayet bu hususlar Kur’an’da yok ise, neden fıkıh kitaplarında, farz, vacip, sünnet diye belirtilen hususların temel kavramı kabul edilen farzlar, Kur’an kaynaklı olduğu için farz tanımlaması yapılmış? Örnek; Hanefi mezhebine göre, abdestin farzı dörttür(Maide:6). Namazın Farzları: Rüku, Secde (Bakara:125 / Âl-i İmrân:43 / Hac:77 / Bakara:196 gibi…) Haccın farzları (Âl-i İmrân:96-97) orucun farzları (Bakara:187)…

Tam bu noktada çok önemli gördüğüm bir hususu da belirtmek isterim. Kur’an dışı kaynakların okunmasına araştırılmasına, tahlil yapılmasına hiçbir itirazım yok. Müslümanlık tarihi boyunca yazılmış tüm eserlerin incelenmesinden yanayım. Her Müslüman peygamberin hayatını okumalı araştırmalı ve incelemeli. Hatta İslam dışındaki kaynakların da okunması ve araştırılmasından yanayım. Sorun, bu kaynakları inancımın kaynağı kabul edip etmemekle ilgili. Sorun, bu kitapları mutlak doğru kabul edip etmemekle ilgili. Mesele; Allah’ın Kitab’ı ile herhangi bir insanın yazdığı bir kitap arasındaki farkı ortaya koymak. Bu noktada biraz “şirk” kavramından bahsetmek istiyorum.
(Burada belirtmek istediğim önemli bir husus veya bu yazıyı okuyanlardan istirhamım; lütfen herhangi birilerini müşriklikle suçladığımı düşünmeden yazıyı okumaya devam etmeleridir.)

Arapçada bulunan ve Türkçe’ye de geçmiş olan “Şirk” kavramı Türkçede “ortaklık” olarak çevrilmektedir. Malum “şirket” kelimesi de buradan türemiştir. Nasıl ki bir şirkette %1 hissesi olana da ortak, % 99 hissesi olana da ortak diyorsak, ortaklık oran ile ilgili değil ortaklığın var veya yok oluşu ile ilgilidir. Nitekim Yüce Allah Kur’an’da şirk ile ilgili olarak herhangi bir oran belirtmemiş, tüm şirk fiilini aynı şekilde ortaya koymuştur. Hatta o derece ortaya koymuştur ki; bu fiili işleyenleri asla bağışlamayacağını (tövbe hariç) ve bu fiili işleyenlerin tüm amellerini boşa çıkaracağını, bu fiilin işlenmesi durumunda peygamberlerin dâhil (ki burada mesajın peygamberlerden ziyade onlar vasıtasıyla tüm insanlara olduğu kanaatindeyim) tüm yaptıklarının boşa çıkacağını ve ziyana uğrayacağını bildirmiştir.

“Andolsun; sana ve senden öncekilere vahyolunmuştur ki: Allah'a ortak koşarsan, amellerin boşa gider ve sen hüsrana uğrayanlardan olursun” (Zümer:65)  

Demek istediğim şudur ki: Kur’an dışı kaynakları değerlendirmemizde çok dikkatli olmalı, asla herhangi bir kitabı Kur’an’a ortak etmemeliyiz. Bu gözle her kitap okunmalı araştırılmalı fakat asla ve asla Kur’an’a alternatif olmamalıdır. Kaynaklar 1,2,3,4,5,6 diye değil, 1 ve a,b,c,  şeklinde ifade edilmeli, aralarındaki fark açık ve net bir şekilde ortaya konmalıdır. Bir de ortaklık kavramı iyi araştırılmalı, Kur’an’daki anlatımları dikkatlice analiz edilmeli, bu kavram iyi anlaşılmalıdır. “Allah’tan başka tüm ilahları reddetmek olan “Tevhid” aynı zamanda Allah’a ait olan tüm sıfatların (Halık:Yaratan / İlah:İnsanı yönlendiren güç / Rab: Terbiye eden / Hadi:Yol gösteren / Alim:Bilen…) başka herhangi bir yaratılmışta asla olamayacağı idrakinde olmak, bu doğrultuda davranmak ve buna göre bir yaşantı sürmektir.

Bu bakışla Kur’an’ı incelerken, kavramların ne anlam içerdiğini, önyargılarımızla değil, Kur’an’ın açıklamaları ile anlamaya çalışmalı, “Bakmak” ile “Görmek” / “okumak” ile “anlamak” / “dokunmak” ile “temas” arasındaki farkı anlamaya çalışmalıyız.

Kişisel görüşüm;
Kur’an’ın yetersiz olduğu kanaati Allah’a iftiraya kapı aralar. “SubhanAllah” tabirini kullanmamıza rağmen, Allah tüm eksikliklerden ve noksanlıklardan münezzehtir dememize rağmen “Kur’an yetmez” demek, Allah’ın eksik bir kitap gönderdiğini iddia etmektir veya bir diğer deyişle Kitabı tastamam indirmiş ve bizi kimseye muhtaç etmemiş diyememektir.

Son olarak;
Yine aynı hutbe metninde geçen; “Bize Kur’an yeter anlayışıyla, peygamberimizi, onun siretini (hayatını / ahlak ve karakterini) ve sünnetini (davranışlarını) dikkate almadan, Müslümanca yaşamaya çalışmak mümkün değildir” cümlesini ele almak istiyorum. Bence bu cümlede geçen iddiayı savunanların, karşıt görüş bildirerek doğrusunun ne olduğunu ortaya koymaları gerekmektedir. Bunu, genel kavramlarla değil örneklendirerek, yanlış olduklarını değerlendirdikleri hususların ne olduğunu ve bunların doğrusunun ne olması gerektiğini açıklayarak, kendi teorilerini delilleri ile ortaya koymaları gerekir. Veya karşıt görüşte olanların; Sadece Kur’an ile Müslümanca yaşamanın mümkün olduğunu ortaya koymaları gerekir.

Velhasıl;
Ben “Kur’an yeter” diyorum.
Fakat bu kanaatte olmayanların görüşlerine de saygı duyuyorum. Sonuçta hepimiz hesap vermek üzere, O’nun huzuruna çıkarılacağız.

Ancak benimle aynı kanaatte olmayanların cevaplamasını istirham ettiğim birkaç sorum var;

“Ben Müslümanca yaşamak istiyorum. Lütfen bana Kur’an dışında hangi kaynakları kullanmam gerektiğini, bu kaynakların adlarını ve yazarlarını bildirir misiniz ?”

Ayrıca ;
Bana bildireceğiniz kaynaklar ile ilgili olarak;
* Bu kaynakları nasıl değerlendirmem gerektiğini,
* Hangi kriterlere göre okumam gerektiğini,
* Mutlak doğru kabul edip etmemem hakkındaki görüşlerinizi,
* Mutlak doğru kabul etmem gerektiğini değerlendiriyorsanız,
* Bir insanın yazdığı kitabın “Hatasız” olmasının mümkün olup olamayacağını,
* Hatalı olabilir ise, hata içeren bir kaynağın nasıl kaynak (mutlak doğru) kabul etmem gerektiğini,
* Ve bir kitap Kur’an’a taban tabana zıt ise, o kitabı hangi kategoriye koymam gerektiğini,
* İçinde doğruları olan herhangi bir bilim kitabını inancımın kaynağı olarak kabul edip etmemem gerektiğini,

* Peygamberin vefatından hemen önce, etrafında bulunan sahabelerden biri olan Halife Ömer’in söylediği rivayet edilen, Hasbuna Kitabullah (Allah’ın kitabı bize yeter) sözünü nasıl anlamamız gerektiğini,

Kısaca ; 

*** Herhangi bir insanın yazdığı bir eseri, kutsal ( ilahi ; Allah'ın yönlendirmesiyle yazılmış) ) kabul edip etmemem gerektiğini, 

Açıklarsanız memnun olurum.

Bu yazıya cevap vermek zahmetinde bulunacaklardan istirhamım; lütfen cevaplarınızı kendi doğrularınızı bana dikte ettirmek için değil, hakikat arayışı içinde olduğunu iddia eden bu kardeşinize saygı çerçevesinde veriniz. Doğru kişiye göre değişen bir kavramdır. Oysa Hakikat bizden bağımsız var olan bir gerçektir. Kimin doğrusunun hakikati bildirdiğini veya kimin yanlış yolda olduğunu sadece Allah bilir. Unutmamalıyız ki; bizi yaratan Allah, yaratıcı olmasına rağmen, bizi imtihan sürecindeki bu dünyada, davranışlarımızda düşüncelerimizde özgür bırakmıştır. Tabi ki; tüm yaptıklarımızın hesabını vereceğiz. Ama birbirimize değil sadece Rahman’a “Ferden” (tek başımıza) hesap vereceğiz.

Allah’ın özgür bıraktığı (düşünme, akletme, tercih etme gibi…) bir konuda, bir insanın kalkıp başka bir insana ne düşünmesi gerektiğini, nasıl inanması gerektiğini, saygıyı aşarak(tavsiye veya temenninin ötesine geçerek), dikte ettirmeye çalışmasının, haddi aşmak olduğu kanaatindeyim. “Dinde zorlama yoktur…”(Bakara:256) ayet meali ve Kur'an'da geçen peygamber kıssalarının buna delil olduğu kanısındayım.

Satırlarımı “sözün en güzeli” ile bitirmek istiyorum.
(Zümer:23 ayetine göre; en güzel söz الْحَد۪يثِ  اَحْسَنَ  Kur’an’dır)

Esselamu Aleykum

“Sözü dinleyip de onun en güzeline (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendileridir” (Zümer:18)

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Tarihsel açıdan İNSAN'a bir bakış...

Din kavramını incelemeye çalıştığım zamanlar , bana öğretilen standartlardan yola çıktım. ''Dört hak mezhep vardır;Hanefi, Maliki,Şafii,Hanbeli. Bunlar itikadi konularda bir ameli konularda farklı olmakla beraber tümü gerçek müslümanlıktır. Diğer mezhepler İslam halkası dışındadır.


Peki neydi bu halka dışılık ? Küçüklüğümden hatırladığım kadarıyla ; Genellikle Hz Ali taraftarı olarak anılan , Hz. Ali'nin ilk halife olması gerektiğini düşünen , hatta Peygamberliğin Hz.Ali'nin hakkı olduğunu iddia edecek kadar halka dışı bir mezhep anlayışı... Nereden başlamıştı bu ayrılık ? Sünni kaynaklarında var olduğunu kabul ettiği, ama tarafları sebebi ile konuyu araştırmanın haddi aşmak olacağı , Sahabeler arasında husumet olsa da ''Ashabım yıldızlar gibidir.... diye başlayan hadise göre fazla karıştırmamamız gereken Kerbela vak'ası mıydı ayrılığın sebebi ?  Peygamberin torununu şehit etmeye kadar varan bu olayın altında yatan sebep ne idi? 

Kerbela olayının dolayısıyla , Yezid ile Hz. Hüseyin arasındaki halifelik meselesinin Yezid'in babası Muaviye ile Hz.Hüseyin'in babası Hz. Ali arasındaki 'Hakem' olayında vardıkları anlaşma gereği Muaviye'den sonra Hz.Hüseyin'in halife olacağı meselesine dayandığını okudum.
Hakem olayının ,Hz.Ali ile Muaviye arasındaki Sıffın savaşının bir antlaşması olduğunu öğrendim. Kerbela olayında peygamberin torunu şehit etme hadisesine bakarken aslında bu sıkıntının bir önceki nesilden geldiğini görünce daha önceki nesillere bakmaya çalıştım. Hz.Ali ile savaşan Muaviye'nin bir önceki halife Hz.Osman zamanında İslama gayet güzel hizmet ettiğini Şam'a vali olduğunu İslam ordularını Bizans ordularına kafa tutacak hale getirdiğini okudum. Hz.Osman'ın şahadetinden sonra Cemel vakası olarak anılan Peygamberin dul eşi Hz.Aişe ile Hz Ali'nin birbirleriyle savaştığını öğrendim. Derken alevilik adı altında yaşanan fikir ayrılığının Kerbela da değil peygamberin vefat ettiği günde ortaya çıktığı sonucuna vardım. Hz. Ali'nin defin işlemleri ile meşgul olduğu zamanda onun katılmadığı bir Şura'da Hz.Ebubekir'in halife seçildiğini okudum.
Fakat daha sonra Muaviyenin babasının Ebu Sufyan (çağrı filminden bildiğimiz üzere;Mekke lideri, peygamberle yıllarca savaşmış Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olan kişi) olduğunu öğrenince ; aslında Kerbela'nın altında yatan sebebin Peygamberin yaşadığı dönemlere dayandığı kanaatine vardım.
Bu sonuçtan hareketle zaman da daha da geriye giderek Hz.İsa zamanında da toplumun iç dinamiklerine bakmaya çalıştım. Hz Musa ve Firavun arasındaki mücadele ve en nihayet Habil ve Kabil meselesine ile Hz.Adem'e kadar gittim.

Daha genel bir bakış açısıyla ;
İnsanlık tarihi boyunca farklı insanlar farklı zamanlar farklı mekanlar olsa da sergilenenin hep aynı olduğu sonucuna vardım.

Tüm bunların neticesi bende oluşan kanaat şudur;
Hz.Adem'den bugüne kadar insanlar ikiye ayrılmıştır.
''Hak'' ve ''Batıl''
Hak:Bir yaratıcıyı kabullenen , hayatını bu temel üzerine kuran ve yaratıcının gösterdiği yoldan giden ''İnsan''
Batıl :Düzen kurucu olma iddiasında olan, zaman zaman firavunlaşan zaman zaman bu uğurda kan akıtan veya  Hak'tan yana olduğunu iddia etse de bunun gerekliliğini yerine getirmeyip Batıl'a bilerek veya bilmeyerek hizmet eden ''İnsan'' 

Düşüncem o dur ki ;
Allah , Hz.Adem'den bugüne kadar gelen tüm insanları , Peygamberler ve Kutsal Kitaplar aracılığıyla taraflarını belli etmeye davet etmiştir. Bu bağlamda ; zamanı , karakterleri , mekanları farklı olsa da , sahnesi aynı olan bu dünya hayatında , insanların (bilinçli bir şekilde) , bir tarafta yer alması gerektiğini düşünüyorum.

Sonuç olarak ;
İnancı ne olursa olsun bir insanın diğer insan veya insanlara kendi inancını zorla kabul ettirmeye çalışmasının yanlış olduğu kanaatindeyim.
Bence bir tarafta yer almalı ve sonuçlarına katlanmayı zamana bırakmalıyız.


Güdülen değil , düşünen bireyler olmak dileğiyle...

22 Ağustos 2013 Perşembe

'' KUR'AN senin neyin oluyor ? ''

Bu ifadeyi ilk duyduğumda , ne kadar büyük bir yanlışın içinde olduğum gerçeği yüzüme çarptı. Müslüman olduğumu iddia ediyordum ama İslam'ın temel kaynağı hakkında yeterli bilgiye sahip değildim. Ve Kur'an benim hayatımda her şeyden önemli bir konumda değildi. KUR'AN maalesef ama maalesef benim hayatımda olması gereken yerde değildi. 

Standart bir tanımla ; Allah kelamı olduğuna hiç şüphe olmayan , yüksekte tutulan, ''abdestsiz ellenmeyen'' , dinin temel kural ve kaidelerini içeren, 1400 yıl önce vahiyle gelen , kab içerisinde korunan , bel altından aşağıda tutulmayan , hatta bir kefen gibi işlemeli örtü içinde tutulan , tüm insanlığa hidayet kaynağı....

Ne hikmetse , bugüne kadar bana hiç ama hiç kimse ;
''Allah lütfetmiş ''bir anlamda'' bizimle konuşmuş , bize hitap etmiş , kitap göndermiş , yıllardır okullarda bir sürü kitap okudun da öldükten sonra hesaba çekileceğin bu KUR'AN'ı niçin okumadın bre cahil'' demedi.

Yunus suresi 57. Ayet : ''Ey insanlar' İşte size Rabbinizden bir öğüt , kalplere bir şifa ve inanlar için yol gösterici bir rehber ve rahmet(olan Kur'an) geldi.'' (Diyanet meali).

Ne acıdır ki ;
KUR'AN hayatımızın her noktasında mevcut. Namaz kılarken okuruz , İmam cemaate kıldırırken sesli okur , ölünün arkasından okunur , her yerde karşımıza çıkar , sesi etkili hafızlardan dinleriz , yıllar boyunca karşılarız da anlamını hiç merak etmeyiz. Gerçekten çok acı...

KUR'AN'da geçen ''Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın'' ifadesini bir şekilde duymuşuzdur. Acaba alkol almadan da ne söylediğimizi bilmeden namaz kılmakla , sarhoş namaz kılmanın bir mana da aynı olduğunu düşünemez miyiz ?

Ne söylediğini bilmeden namaz kılmak , ama ne gariptir ki tüm detayları bilerek (hadesten taharet , necasetten taharet , setrü'l avret..... eller nasıl bağlanır....) namaz kılmak  sizce de tuhaf değil mi ?...

Kıyam , ''Kıraat'' , rüku , secde... diye sayarken acaba Kıraat'in ne manaya geldiğini biliyor muyuz? ...

İsra suresi 110. ayete bakarak , ''Acaba sadece imamla kılarken değil kendi başımıza kılarken de namazda sesli okumalıyız'' neden demiyoruz ?

''KUR'an senin neyin oluyor ?'' 

Prof.Dr.Mustafa ÖZTÜRK'ün bu anlamlı sorusu , umarım hepimiz için bir uyanış KUR'AN'ı anlama ve onu hayatımıza rehber edinmemize vesile olur....