Descartes ve Locke’un "Bilginin
Kaynağı" hakkındaki görüşleri kapsamında, Rasyonalizm ve Empirizm’in
karşılaştırılması
Erkan BİÇER*
Özet
İnsanı diğer canlılardan ayıran temel
özelliklerden biri; yaşadığı evreni anlama (veya anlamlandırma) arzusudur. Bu
maksatla yapılan çalışmalarda, "bilgi
ve bilginin kaynağı nedir?" soruları
karşımıza çıkmaktadır.
Yunanca episteme (bilgi) ve logos (kuram)
sözcüklerinin bir araya gelmesinden oluşan ve epistemoloji olarak
adlandırılan felsefe disiplini, "bilgi"nin tanımı, kaynağı ve doğruluğu gibi
konularla ilgilidir. "Bilgi" kavramının oluşabilmesi için
öncelikle bir "bilen (bilebilme yetkinliğine sahip
varlık)" ve "bilinen (bilen tarafından kavranabilen
nesne)"nin var olması gerekmektedir. Ancak bunların varlığından
sonra "bilgi"nin varlığından söz edilebilir.
Ayrıca, "bilen ve bilinenin" ontolojik (varlık) değerlendirilmesi, başka bir
tartışma alanıdır. Biz bu noktada, mümkün olduğu kadar bu tartışmalara
girmemeye çalışarak, ön kabuller çerçevesinde "bilginin
kaynağı" hakkındaki bazı görüşleri aktarmaya çalışacağız.
Epistemolojinin en temel konularından biri
olan "bilgi" kavramının tanımı, kesin yapılamamış
olmakla birlikte, "Gerekçelendirilmiş doğru inanç" olarak
tanımlanabilmektedir. Bu tanımı doğru ve geçerli kabul etme durumunda, şu gibi
sorular karşımıza çıkmaktadır;
"Gerekçelendirmenin metodolojisi nasıl
olmalıdır?", "İnancın tanımı nasıl yapılmalıdır?".
"Bilgi" tanımının ardından
karşımıza çıkan bir başka konu:
"Bilginin kaynağı nedir?" sorusudur.
Bu soruya cevap bağlamındaki bazı felsefi yaklaşımlar şunlardır: Rasyonalizm (Akılcılık), Empirizm (Deneycilik), Kritisizm (Eleştriselcilik), Septisizm (Kuşkuculuk), Pozitivizm (Olguculuk), Fenomenoloji (Görüngübilim)
v.s.
Biz bu yazımızda, modern felsefenin babası ve
yeniçağ felsefesinin kurucusu olarak anılan, aynı zamanda rasyonalizmin
temsilcisi olan René Descartes (1596-1650) ile, modern çağda
deneyciliğin kurucusu kabul edilen John Locke (1632-1704)’un, "neyi
nasıl biliyoruz?" sorusuna yaklaşımlarını
inceleyecek, "bilgi" ve "bilgi kaynağı" kavramlarını kritisizm çerçevesinde
yorumlamaya çalışacak ve bu bağlamda, rasyonalizm ile empirizmi karşılaştırmaya çalışacağız.
Anahtar kelimeler : Epistemoloji, Descartes, Locke, Rasyonalizm,
Empirizm.
* Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
Felsefe Bölümü Lisans Öğrencisi
Giriş
Felsefe tarihinin en eski konularından biri olan
bilgi (episteme), özellikle bilgi felsefesi (epistemoloji)
alanında birçok düşünür tarafından üzerinde uğraşılan çok geniş kapsamlı bir
kavramdır. Platon (M.Ö: 427-347), ruhumuzda doğuştan var olan bilgiler olduğunu,
bu bilgilerin dış dünyadan elde edilmiş olamayacaklarını savunur. Platon’un
bilgi anlayışı, ruhta saklı bulunan bilgilerin açığa çıkarılması, anımsanması (anamnesis)
esasına dayanır. "Bilgi (bilme) aslında, (konusundan tamamen
bağımsız olarak salt içme ihtiyacında olduğu gibi) salt bilinebilirlikle
ilişkilidir; ancak belli bir bilgi (bilmenin, malumatın) nesnesi,
ona özgü (özel) bir nesne (olarak bu salt bilgiyi özelleştirir)" (Platon.
2005:117). Mengüşoğlu’na göre ise bilgi: "Bilen bir varlıkla (süje);
bilinmesi istenilen bir varlık (obje) arasındaki bağdır" (Mengüşoğlu,
1988: 58).
Bilginin tanımı ile beraber bilginin insanla
olan ilişkisini de elen alan Mengüşoğlu, bilgi teorisi çerçevesinde
şu soruları sorar:
"1.Suje ile objeden ne anlaşılır?
2.Onların arasındaki ilişki nasıl bir ilişkidir? 3.Suje ile obje birbirine
nasıl bağlanmışlardır? Her bilgi teorisi bu sorulan yanıtlamak, onlarla başa
çıkmak zorundadır. Bilgi teorisi, genel bir teori olarak bu sorularla başa
çıkabilecektir" (Mengüşoğlu, 1988: 62).
Bilginin doğası, kaynakları ve sınırlılıkları
üzerine epistemolojinin cevaplamaya çalıştığı başlıca beş soru şöyledir: "(a)
önermesel bilginin doğası nedir ya da dünya ile ilgili belli bir önermenin
doğru olmasının ardında ne vardır? (b) Bilginin edinilmesi olanaklı mıdır? (c)
Bilgiyi nasıl ve neden alırız? (d) Bilgimizin sınırları nelerdir? (e) Bilginin
ölçütü nedir? Rasyonalizm, ortaya sürdüğü farklı tezlere bakıldığında, bilginin
kaynağının sezgi, tümdengelim ya da doğuştanlık olduğunu vurgular. Bilginin
sezgi ve tümdengelimsel olduğunu söyleyen görüş, bazı şeylerin sadece sezgisel
olarak bilinebileceğini, diğerlerinin ise bu sezginin önermelerden
çıkarıldığını vurgular. Sezgi rasyonel bir anlayış şeklidir. Bir önerme
zihinsel olarak kavranırken, onun içerisinde doğru ve haklılandırılmış inanç
görülür. Tümdengelim ise sezgisel öncüllerden yola çıkarak mantıklı
argümanlarla sonuçlara ulaşma sürecidir. Örneğin üçün ikiden büyük bir asal
sayı olduğunu sezeriz ve bu bilgiden yola çıkarak “İkiden büyük bir asal sayı
vardır.” Çıkarımında bulunabiliriz. İşte bu sebeple rasyonalizm, sezginin ve
tümdengelimin a priori bilgiler sunduğunu ve bunların da deneyimden bağımsız
olarak edinildiğini söyler."(Baykent,2017: 173-174).
Descartes ve Rasyonalizm
Modern felsefenin öncülerinden Descartes,
kuşkuluğu yöntemsel olarak uygulamış, gerçek olduğunu düşündüğü tüm şeylerin
gerçekliğini sorgulamış ve "şüphecilik yöntemini"
geliştirmiştir; "Şimdiye dek doğru olarak neyi kabûl etmişsem, ya
duyulardan ya da duyular yoluyla elde ettim. Oysa zaman zaman duyuların
aldatıcı olduğunu gördüm ve bizi bir kez bile aldatmış olsalar, onlara asla
güvenmemek tedbirlilik olacaktır" (Altuner, 2011: 98).
Descartes, kuşkucu yaklaşımı ile ; her şeyden şüphe edebileceğini,
ama şüphe ediyor olmasından şüphe etmediğini, bunun da zihinsel bir faaliyet
olduğunu, zihinsel faaliyetinin de varlığına delil olduğunu belirterek şu
sonuca varır; "Düşünüyorum öyle ise varım (I think, therefore I am)"
(Descartes, 1911: 101).
Descartes, düşünme eyleminin, kendisini Tanrı’nın varlığına ulaştırdığını,
gerçek bilgiye ancak Tanrı’nın insana bahşettiği akıl ile ulaşılabileceğini
şöyle ifade eder: "Böylece açıkça görüyorum ki, bütün bilginin
kesinliği ve doğruluğu ancak gerçek Tanrıyı bilmeye bağlıdır. O kadar ki, onun
farkına varmaksızın yetkin bir bilgiye sahip olamazdım. Descartes’a göre insan,
kendisinden daha yetkin varlık düşüncesine kendisi ulaşabilecek potansiyel
yapıya sahip değildir, bu yüzden de bu düşüncenin bir yetkin varlık tarafından
insan zihnine kazınmış olması gerekmektedir. Tanrı insan zihnine kendi
düşüncesini bir damga gibi vurduğu için, insan zihni doğuştan bu ideaya
sahiptir. Descartes, bilgilerimizin kesinliği açısından Tanrı ideasının
yalnızca düşüncede değil varlık alanında da bulunmasının zorunluluğundan
bahseder. Aksi durumda, bilgilerimizin doğruluğunu, hatta gerçekten
varolduğumuzu kesin olarak kanıtlayabilecek hiçbir sağlam kanıt yoktur. Bu
nedenle Descartes Tanrıyı bütün varlık ve bilgi felsefesinin en başına yerleştirmiş
ve kuşkudan kurtulmayı Tanrının doğruluğuna bağlamıştır" (Altuner,
2011: 108-111).
Bilginin doğruluğunun duyum ve deneyimde değil,
düşüncede ve zihinde temellendirilebileceğini öne süren felsefi görüş olan Rasyonalizm,
aklın rehberliğini esas alır.
"Düşüncem" diyordu Descartes
"şeylere hiçbir zorunluluk atfetmez", ama yine de "onların her
biri hakkındaki düşünce -bu bireyle ilgili algı ve bilgi demektir- onun için
bir şeyin gerçeğinin düzeni olmalıdır- bunun anlamı da, ondan çıkarılan tüm
yargıların doğru olabilmeleri için bu algıya uygun olmalarıdır" (Lettres
sur /es instences contreles 5 ea reponses). Zira bir yargının yalnızca aydınlık
ve belirgin düşüncelere tabi bulunması, onlar arasındaki gerçek farklılıklara
tastamam uyar ve Tanrı tarafından doğaya olduğu kadar aklımıza da yerleştirilen
gerçekleri keşfeder: anlama yetimize kabul ettirilen normlar varlığın esas
yapısının ifadesidir. Bu metafizik rasyonalizm Descartes'in ardıllarında da
aynı ölçüde etkindir. Ama onlardan hiçbiri, kuşkuyu geçersiz kılan Tanrısal
gerçekleri, onlan yaratanın kadiri · mutlaklığına tabi kılmadan sorgulama
konusu yapmaz. Onlara göre matematiğin başka türlü olabileceği düşünülemez ve
bunlar zorunluluğun düşünce düzeninin bir tarzı olarak kalır"(Rodis-Lewis,
1989: 72).
Locke ve Emprizm
Locke doğuştan fikirler görüşünü reddeder. İnsanın
doğduğunda, başlangıçta üzerine hiçbir şey yazılmamış düz beyaz bir kağıt gibi
olduğunu kabul eder ve bunu ; "Tabula rasa" kavramı ile ifade
eder. Locke doğuştan hiçbir ide ve bilgiye sahip olmadığımızı,
bilgiyi ancak tecrübe ve deneyimlerimizden elde edebileceğimizi savunur. Locke,
bütün bilgilerimizin biricik kaynağı olarak gördüğü deneyi ikiye ayırmaktadır.
Birincisi dış duyum(dış deney), ikincisi ise iç duyum (iç deney)dir. Birincisinde
tecrübemize konu olan dış dünyadaki duyulur varlıklar, ikincisinde ise duyulur
varlıkların bizde oluşturduğu etkiler üzerine zihnin gerçekleştirdiği çeşitli
faaliyetlerdir (Kılıç, 2014: 460).
Locke’a göre, yeni doğanların, aptalların ve cahillerin doğuştan
olgular hakkında bilgisi yoktur. Eğer, doğuştan ideler olsaydı, mantığın ana
prensipleri olan özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkansızlığı prensipleri
küçük çocuklarda da cahil kimselerde de olurdu(Öktem, 2003: 136).
"Rasyonalizme, özellikle Descartes'a ve
idealizme tepki olarak "doğuştan ideler yoktur" savını ileri süren
Locke, örneğin, ilkçağın ünlü rasyonalist filozofu Platon'un, "hiç
geometri bilmeyen bir köleye geometri problemini çözdürmesi" gibi bazı
meseleleri, felsefesiyle tutarlı bir şekilde nasıl açıklayacağını bilemediği
için, gözardı etmek zorunda kalmıştır. Yine, her ne kadar, insan zihninde tüm
nesnelerin ortak yanlarını içine alan tasarımlar meydana getirmek için özel bir
edim (soyutlama aktı) bulunduğunu ileri sürmüş ise de, soyut ve tümel
kavramların zihnin dışında ayrı bir gerçeklikleri olduğunu reddettiği için,
yani, Platon gibi bir kavram realisti olmadığı için, her amprist filozofun
sıkıntı çektiği "insan", "üçgen", "kırmızı",
"ağaç"...vb. gibi soyut kavramlar ve bunların "bütün",
"herbiri", "bazısı", "hiçbiri",
"çeşit", "tür", "birlik"...vb. gibi terimlerle
ifadesi konusunda da güçlüklerle karşılaşmıştır" (Öktem, 2003:
142-143).
Locke’nin emprizme bir başka yaklaşımı da şudur:
"Zihnine makul bir yol açamayan bir
kişinin asla doğru yolu bulamayacağını belirten Locke, bedensel açıdan da zayıf
güçsüz olan bir insanın da asla ilerleme kaydedemeyeceğini ifade eder. Bunun
yanında, doğa tarafından zihinleri ve bedenleri güçlü ve sağlam bir biçimde
donatılmış insanlar başkalarının desteğine ihtiyaç duymazlar. Bu bağlamda Locke
açısından bilmek, görmek demektir ve böyle olunca başka birinin gözleri ile
görebileceğimizi ve başka birinin görmesiyle bilebileceğimizi hayal etmek anlamsız
olur. Çünkü başka birileri, gördüklerini çok açık bir biçimde tasvir etme
yeteneğine sahip olsa bile bu durum değişmez. Bu yüzden biz olup bitenleri
bizzat kendi gözlerimizle görmedikçe, diğerlerinin bize olup bitenleri
anlatmaları bir şey ifade etmez" (Cihan, 2010:175).
Empirist bakış açısına sahip bir diğer
filozof ise David Hume’dur. "İnsanın doğasında bulunan akıl
dışı birtakım güçler vardır ve bu güçler septik şüphenin uyuşturucu gücünden
bizi kurtarır" (Baykent, 2017: 184).
Bilgi kavramı ile ilgili bir başka konu da Tanrı bilgisidir.
Bilginin kaynağı hakkında değerlendirmeler yapılırken metafiziksel konular veya
soyut kavramlarda söz konusudur. Teolojinin konusu olan Tanrı
bilgisi ve buna bağlı olarak inanç kavramı, ayrıca inançlarımızla ilgili sahip
olduğumuz (veya olduğunu zannettiğimiz) bilgilerin varlığı da kaynakları da bir
başka tartışma alanıdır.
İnanç kavramına Locke’un yaklaşımı da şunlardır;
"Yeterli delile sahip olmadan bir şey
hakkında inanca sahip olmayı veya elimizdeki kanıtların gücüyle orantılı
olmayacak bir derecede bir şeye inanmanın insanın sahip olduğu yetileri yanlış
kullanması ve hataya düşmesi olarak değerlendirmektedir. Öte yandan böyle bir
tutum Tanrı’nın iradesine karşı gelmek ve doğru davranış konusundaki ilahi
emirlere riayet etmemek anlamına da gelmek- tedir. Konu ile ilgili
tartışmalarda daha çok inanç oluşumunda iradenin rolünün olup olmadığına
değinerek bu konuda Locke’un fikirlerini ele almaya çalışacağız. Locke’un öne
sürdüğü inanç etiğinde akıl merkezi roldedir. Buradaki etik anlayışında Akla
verilen rol aslında klasik bir roldür, yani: sezgisel veya açık seçik olarak
doğruluğu bilinmeyen herhangi bir önermede akıl yeterli delile binaen ilgili
önermenin doğruluk ihtimalini belirler. Biz de aklın bize bildirdiği ihtimal
oranına göre ilgili önermeye yönelik inancımızı orantılandırmalıyız"
(Ölmez, 2013: 182,193-194).
Bir başka filozof Immanuel Kant (1724-1804),
konu hakkında şunları ifade etmiştir.;
"Ampirizmin, bütün bilgilerin deneyle
başladığı, iddiası önemli bir değer taşır ama burası bir ara duraktır; zira o,
“Tüm bilgilerimizin deneyim ile başladığı konusunda hiçbir kuşku olamaz, ama
tüm bilgimizin deneyim ile başlamasına karşın, bundan tümünün de deneyimden
doğduğu sonucu çıkmaz" Kant, deneyimden tümüyle bağımsız, zorunlu,
evrensel özelliklerle nitelediği bir bilginin mümkün olup olmadığı sorusunu
sorar. Deneyimlerimizin içerisinde bile kök olarak bulabileceğimiz, deneyden
bağımsız ve önce gelen bir bilgi vardır, sıradan zihin bile hiçbir zaman
onlarsız olamaz Kant’a göre. Bu tür bilgi a priori olarak adlandırılır ve
kaynağını a posteriori deneyimde bulan görgül bilgiden ayırdedilir. Kant, a
priori bilgi’nin kesin olarak deneyimden ya da kendisini deneyimden ödünç almış
evrensel bir kuraldan almaması gerekir der. Örneğin, kendi evinin temelinin
altını kazan bir kimse evinin yıkılacağını onun yıkılmasını beklemeden
bilebilirdi denilirse, bunu gene de a priori olarak bilemezdi çünkü, daha önce
cisimlerin ağır olduklarını ve destekleri uzaklaştırılınca düştükleri deneyim
yoluyla öğrenilmiş olması gerekirdi, der Kant. Kant’a göre deneyimden önce
gelen a priori bilgiler için birkaç örnek vermek gerekirse, öncelikle zaman ve mekân;
gibi zihnin salt formlarını; evren, ruh ve Tanrı gibi aklın a priori sentezleri
gibi metafizik unsurları;43 “iki nokta arasından ancak bir doğru çizgi geçer”,
“uzayın üç boyutu vardır”, “her etkinin bir nedeni vardır” gibi kuralları
saymak mümkündür. Kant’ın kategorilerinin tümü de a priori bilgiler sınıfına
girer. Öyleyse bu noktadan sonra a priori bilgiler derken mutlak olarak
deneyimden bağımsız olan bilgileri anlayacağız"(Taşkın, 2002: 280-281,
284-285).
Sonuç
Bizce tüm bu araştırmalarda, "ortak bir
felsefi sorun" söz konusudur. Sokrates’le birlikte "kozmostan
nomosa" (evrenden insana) dönen felsefe süreci, insanı merkeze
aldığında şöyle bir sorunla karşı karşıya kalmaktadır:
İnsanın kendisinden ayrı olguları, insani bir
bakış açısı ile değerlendirmesi söz konusu olabilir, ancak insanın kendisi
hakkında değerlendirme süreci, kendisini kendinden soyutlayamadığı için bir
"paradoks" oluşmaktadır.
Felsefe tarihinde, insanın kendisinden ayrı
varlıkları ontolojik açıdan değerlendirmeye çalışırken, "Doğa insan
yapımı olmadığı için, insan tam olarak doğayı asla bilemez"(Vico) veya
"Var olmak algılanmış olmaktır"(Berkeley) gibi aşamalardan
geçmiş ve bu konularda mutlak bir sonuca ulaşamamıştır. Gözümüz ile
algıladığımız dünyanın sınırlarını (eşyalar arasındaki sınırlar, nesneleri
birbirinden ayırma metodumuz) dahi kendi gözümüzün yetilerini baz
alarak değerlendirmekte, sesleri kendi kulak eşiği sınırlarımıza göre
algılamakta, kokuları av köpeğinin duyularını bilmeden tanımlamaktayız.
Buna bir de, "kuantum fiziği"
açısından bakacak olursak: "Gözlemci sonucu değiştirir"
ilkesi, işleri daha da karışık hale getirmektedir. Bir şeyin varlığını
delillendirdiğimiz iddia etsek de, "kuantum" dünyasının bize
vereceği cevap şu olabilir :
"Bir şey varlığını gözlemlemiş olsanız
bile ; o şey vardır, o şey yoktur, o şey hem vardır hem yoktur, o şey ne vardır
ne de yoktur"
Bizim bu felsefi soruna (örnek:epistemolojik
açıdan) çözüm önerimiz şudur:
Soruşturma sürecine "Tanrı"
kavramı ile başlamalı, Tanrı’nın Teolojik ve Ontolojik açıdan
değerlendirilmesi sonucunda varacağımız sonuca göre yolumuza devam etmeliyiz.
Örnek vermek gerekirse; (her ne kadar, "Tanrı vardır" veya
"Tanrı yoktur" cümleleri felsefi açıdan ifade edilemez cümleler
olsa da, makaleye konu olan paradoksa çözüm önerimizi
açıklamak için biz bunu göz ardı ediyoruz)
i) Şayet "Tanrı" var ise:
Bilgini kaynağının ne olduğu sorusunu cevaplamak
için, insanın yeti sınırlarını aşması gerekir ki, Tanrı tarafından yaratılmış
olan insanın bunu başarması bir anlamada insanın "Tanrılaşması"
demektir. Tanrı’nın var olduğu ön kabulüne göre, bu mümkün görünmemektedir.
Şayet Tanrı’nın buna müsaade edebileceği iddia edilirse o zaman şu ihtimal söz
konusudur:
"Her insan potansiyel bir Tanrı’dır"
ii) Şayet "Tanrı" yok ise:
O zaman insanın, doğadaki; hayvan, çiçek, böcek,
taş, hava, su gibi evrenin diğer parçalarından ontolojik olarak bir farkı
yoktur ve şu soruyu sorabiliriz;
"Bir elektron, elektron olma vasfını
aşıp evreni anlamlandırabilir mi?"
Sonuç olarak bizim kanaatimiz;
"nomostan kozmosa" tekrar dönüş
yapıp, süreci "Teoloji" ile başlatmalıyız.
Kaynakça;
Altuner, İ. (2011) Descartes
Felsefesinde Kuşkudan Bilgiye Geçiş ve Zihnin Kendini Kavrayışı.
Beytulhikme An International Journal of Philosophy Volume 1 Issue 1 June
2011 Altuner, ss. 97-112.
Baykent, U. (2017) Bilginin Kaynağı
Üzerine. Journal of Current Researches on Social Sciences, 7 (1), 173-190.
Cihan, M. (2010). John Locke ve Eğitim.
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 7 (1), 173-178.
Descartes, René (1596-1650) The
Philosophical Works of Descartes. (rendered into English by Haldane,
Elizabeth S. (1862-1937) ; Ross, G. R. T. (George Robert Thomson) Cambridge
University Press 1911.
Rodis-Lewis, G. (1989) Descartes et le
rationalisme. (çev. Karyol,H.) İletişim Yayıncılık 1993.
Kılıç, C. (2014) John Locke: Bilginin
kaynağı ve ideler sorunu. Ekev Akademi Dergisi Yıl: 18 Sayı: 58 (Kış 2014)
(s.455-468).
Mengüşoğlu, T. (1988) İnsan Felsefesi.
Remzi Kitabevi (İstanbul).
Öktem, Ü. (2003) John Locke ve George
Berkeley'in Kesin Bilgi Anlayışı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesi Dergisi 43,2 (2003) 133-149.
Ölmez, T. (2013) John Locke'da Dini
İnancın Rasyonalitesi. Beytulhikme An International Journal of Philosophy
Volume 3 Issue 1 June 2013 Research Article.
Platon (M.Ö:427-347) Devlet. (Çev.
“Saraçoğlu, C. ; Atayman, V.) Bs Yayın Dağıtım 2005.
Taşkın, A . (2002). Immanuel Kant’da
bilgini kaynağı problemi. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 6 (1), 279-294.